31 – YÖNLENDİRME

31 01 2012

Gezegenler güneşin etrafında döner;

Biçimler ise zihnin.

Çoğumuz kişiliklerimizdeki farklı yönlerin bir araya gelip somutlaşmış haliyiz; bunlar bizim formlarımız, şekilleniş biçimimizdir. Eğer dikkatli olmazsak bu karmaşıklık kafamızı karıştırabilir. Hiçbir parçamızı yadsımamalıyız. Onları düzenlemeliyiz. Bütün ögelerin ayrı bir yeri, işlevi vardır – sadece doğru bir bağlam içine yerleştirilmelidirler.

Tao’yu izleyenler bilirler ki; çok çeşitli yönleri olan bir kişilik, bazı yönlerin ötekileri dışlayarak egemenlik kurması durumunda sorun yaratabilir. Bu, dengesizlik durumudur. Tüm yönler arasında sürekli bir karşılıklı alışveriş varsa denge mümkündür. Tıpkı gezegenler gibi duygular, içgüdüler ve heyecanlar da sürekli dönüşümlü bir düzen içinde tutulmalıdır. Bu durumda her şeyin bir yeri vardır ve aşırılığa ilişkin sorunlar ortadan kalkar.

Güneş nasıl güneş sistemimizin merkezindeyse bilge zihin de bizim çeşitli kişiliklerimizin merkezinde olmalıdır. Zihinlerimiz güçlüyse, yaşamlarımızın çeşitli kısımları da doğru yollarında ilerleyecek ve sapma olasılığı kalmayacaktır.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları





30 – SEVİŞME

30 01 2012

Gecenin sağanağı

Aşıkları uyandırır,

Vadiyi sular.

Sevişmek doğaldır. Ondan neden utanılır ki?

Çok basit görünüyor, oysa bu konu bu zor zamanlarda gerçekten büyük bir meydan okuma haline geldi. Cinselliğe pek çok başka anlam katmanları yüklenmekte. Dinler onu baskı altında tutmaya çalışır, zahitler onu reddeder, romantikler yüceltir, entellektüeller kavramsallaştırır, saplantılılar ise amacından saptırırlar. Bu tutumların sevişmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine bunlar fanatizmden ve zorlayıcı davranışlardan kaynaklanır. Gerçekten açık ve sağlıklı bir cinselliği yaşadığımız iddiasında bulunabilir miyiz?

Cinsellik bir dayanak noktası, manipülasyon, bencillik ve taciz olarak kullanılmamalıdır. Kişisel zorunluluklarımız ve kuruntularımız için bir temel olmamalıdır.

Cinsellik öz kişiliklerimizin dolaysız bir yansıması olmalıdır. Dahası onun anlatımının da sağlıklı olmasını sağlamalıyız. Sevişmek, gizemli, kutsal ve çoğu kez insanlar arasındaki en derin ilişkidir. Ortaya çıkan ya da yaratılan şey ister bir ilişki ister hamilelik olsun, ilişkinin taraflarının mirası onların bu yaratımının doğasında mevcuttur. Aşka ne yüklüyorsak ondan alacağımız da odur.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları

 





29 – YARALAR

29 01 2012

Kuru kildeki izler yalnızca

Kil tekrar yumuşadığında silinir.

Benlikteki izler de

Kişi tekrar yumuşadığında kaybolur.

Yaşamımız boyunca, ama özellikle gençlik dönemimizde pek çok yara alırız. Bunların bir kısmı şiddet, taciz, tecavüz ya da savaşın sonucudur. Diğerleri ise kötü eğitimden kaynaklanırlar. Pek azı da alçakgönüllülük ya da başarısızlıktan doğmuştur. Ötekilere ise bizim talihsizliklerimiz neden olmuştur. Bu yaraları sağaltmazsak bu kez onlar bize sürekli olarak zarar vermeye devam ederler.

Klasik dini metinler bizi şehvet ve günahlarımızdan el çekmeye zorlar. Ama bizim hatamız olmayan izler de ruhsal gelişmemizi engelleyebilir. Ne yazık ki, kötü alışkanlıklardan vazgeçmek diğer insanların yol açtığı şiddetin kesik ve yarıklarını iyileştirmekten daha kolaydır. Tek yol kendi kendini eğitmek, geliştirmek, yetiştirmektir. Doktorlar ve rahipler de ancak bu kadarını yapabilirler. İyileşmenin asıl seyri sadece bize bağlıdır. Bunu başarabilmek için birçok yöntem geliştirmeli, yolculuklar yapmalı, kişisel fobilerimizin üstesinden gelmeye çalışmalı ve hepsinden önemlisi mümkün olduğu kadar az yeni sorunlar edinmeliyiz. Böyle yapmadığımız takdirde bunların her biri bizim Tao’yla gerçek bir birlik oluşturmamıza engel olacaklardır.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları





28 – SORUMLULUK

28 01 2012

Babasız bir baba

Dengesini bulmakta zorlanır.

Ustasız bir usta

Tehlikelidir.

Ebevynlerimize, öğretmenlerimize ve liderlerimize güven ve beklentiyle dolu bir saygı ve hayranlık uyarız. Onlara düşen sorumluluk bize kılavuzluk etmek, bizi eğitmek ve koşullar belirsiz olduğu zaman bizim adımıza düşünce oluşturmaktır. Sonuç olarak onlar bizde gelişmesine yardım ettikleri akla ve bilgeliğe dayanarak kendi kararlarımızı kendimizin verebileceğimiz bir noktaya gelmemize yardımcı olmalıdırlar.

Ancak kötüye kullanma ve yanlış yapma potansiyeli çok yüksektir. Kim her zaman hatasız olabilir ki? Yanlış zamanda yapılan basit bir hata karışıklığa, psikolojik izlere, hatta büyük felaketlere neden olabilir. Çocuğun etkilere en çok açık olduğu bir zamanda duyduğu kırıcı sözler yıllarca süren problemlere neden olabilir. Bu yüzden anne ya da baba için bir anne ya da babaya, usta için bir usataya, liderler için liderlere ihtiyaç duyarız. Bu, güçten doğabilecek yanlışları önler. Eskiden kralların bile danışmanları vardı. Lider olacak her insan böyle yardım almalıdır.

Sonuç olarak birisi en tepede olmalıdır. Peki bu kişi kime başvuracak? Tanrıları değil pragmatizmi davet edelim. En yüce öğretmen deneyimdir. Bu yüzden de bilge insanlar sürekli seyahat eder, kendilerini koşullardaki değişikliğe göre sınavdan geçirirler. Ancak bu şekilde düşüncelerini gerçekten sağlamlaştırır ve eksikliklerini giderirler.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları





27 – ŞÖLEN

27 01 2012

Şölen, kış ortasında alev

Dostluk ateşini tutuşturan

Ve topluluğu güçlendiren.

Şölenler geçmişte topluluğu birbirine daha çok bağlamaya ve kaynaştırmaya hizmet eden bir yoldu. Aynı şey bugün için de geçerlidir. İster kültürel bir toplantı ister grupla yapılan bir tapınma ya da arkadaşlarla birlikte yenen bir akşam yemeği olsun, bir araya geldiğimiz ve grubumuzun önemini bir kez daha anladığımız anlara gereksinim duyarız.

Yaşadığımız coşku hem şölendeki topluluk hem de bir araya gelen tek tek bireyler için önemlidir. Grup tarafından onaylanma bireyin dürtülerinin başka etkinliklerle ilgilenip bastırılması değil onun grupla karışmasının, grupla bağlantısının çerçevesini oluşturmalıdır. İyi bir toplantı için katılım, yani örgütün çabaları, çalışma ve düzenli devam gerekir. Karşılığında bu da bireye bedeni ve ruhu için gıda, ait olma duygusu ve kendi başına yapamayacağı bir şeyleri başarma duygusu sağlar.

Başka herhangi bir etkinlik gibi şölen de etkiye, yönetilmeye, siyasete ve olumsuz bireylerin bencil manevralarına açıktır. Bundan tümüyle kaçınmak zordur, çünkü bir grubun tamamen birlik içinde olması olanaksızdır. Bu durumu topluluk yararına azaltmanın tek yolu grubun çabalarını kesinlikle amaçları üzerinde yoğunlaştırması, liderlerini akıllıca seçmesi, bu liderlerin de mümkün olduğu kadar aydınlanmış kişiler olmalarıdır.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları





26 – KENDİNİ ADAMA

26 01 2012

Sunaktaki imajlar

Ya da içimizde hayal ettiklerimiz

Onlara dua ederiz,

Yanıt verirler mi bize?

Bilgeler bize kendini adamanın ne kadar önemli olduğunu söylerler. Böylece sunakların önünde diz çöker, bağış sunar ve adağımızı yerine getiririz. Meditasyonlarımızda bize tanrıları içimizde görmemiz, güç ve bilgi kazanmak için onlardan yardım dilememiz öğretilir. Ustalar tanrıların olmadığını söyleyene değin büyük bir içtenlikle böyle yapmaya devam ederiz. O zaman da kafamız karışır.

Sunaktaki yontu sadece ağaç ve altın varaktan yapılmıştır, oysa bizim saygı duymak için duyduğumuz gereksinim gerçektir. İçimizdeki tanrı bizim zihnimizde canlandırdığımızdan başka bir şey olmayabilir, oysa bizim yoğunlaşmak için duyduğumuz gereksinim gerçektir. Cennete yüklenen özellikler ütopik varsayımlar olabilir, ne var ki bu mesellerin özü gerçektir. Öyleyse tanrılar insan zihninin olağanüstü yüzlerini ve birtakım ilke ve kural dizilerini yansıtır. Kendimizi tanrılara adadığımız zaman, daha derin yönlerle duygu ve düşünce alışverişine gireriz.

Sembolizme tapındığımız düşüncesi bizi rahatsız edebilir. Salt elle tutulur, maddesel ve bilimsel olanı kabul etmek üzere eğitiliriz. Salt sembolik olana kendimizi adamanın yararı konusunda kuşku duyarız, öte yandan bu tür ululamalar gerçek bir kişisel dönüşüme yol açtığında kafamız karışır. Ancak tapınma, duygu ve düşüncelerimizi kesinlikle etkiler. Bilgeler tanrıların olmadığını söylediklerinde her şeyi anlamanın anahtarının kendi içimizde olduğunu anlatmak isterler. Dışsal tapınma, yalnızca içimizdeki kurtuluşun gerçek kaynağını gösteren bir yoldur.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları





25 – YARARSIZLIK

25 01 2012

Yumru yumru yaşlı ağaç

Oduncunun baltası için çok lifli

Marangozun takımları için çok bükümlü

Bütün ormandan daha fazla yaşar.

Oduncular düzgün, sağlam ve kokulu odunları severler. Eğer bir kerestenin kesilmesi çok zorsa, düzleştirilemeyecek kadar yumruluysa, dolap yapılamayacak kadar kötü kokuyorsa, yakacak odun olarak kullanılamayacak kadar süngerimsi ise bir yana bırakılır. Yararlı ağaçlar kesilir. Yararsız olanlar yaşamlarını sürdürür.

Aynı şey insanlar için de geçerlidir. Güçlüler askere alınır. Güzeller sömürülür. Dikkat çekemeyecek kadar sade olanlar yaşayanlardır. Bunlar bir yana bırakılırlar ve güven içinde yaşarlar.

Ya biz kendimiz de bu sade insanların arasındaysak? Diğerleri bizi önemsemese de kendimizi değersiz olarak düşünmemeliyiz. Başkalarının yargılarını kendi değerimiz için ölçüt olarak almamalıyız. Buna karşın yaşamımızı sadelik içinde sürdürmeliyiz. Doğal olarak kusurlarımız olacaktır. Ancak onlara kendi düşüncelerimize göre inanmalı ve kendi gelişmemiz için bir ölçüt olarak kullanmalıyız. Bu durumda hava atmak ya da bir konumu korumak için enerji harcamaya gereksinim duymayacağımızdan kişiliğimizin en iyi taraflarını geliştirmek için gerçekten özgürüzdür. Bu yüzden işe yaramayan biri olarak düşünülmek ümitsizliğe neden olsa da aslında bir fırsattır. İnsanın müdahale olmadan yaşaması ve kendi bireyselliğini ifade etmesi için bir fırsattır.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları





24 – KAHKAHA

24 01 2012

Dağlık köy yolları,

Güneşte parlayan badanalanmış duvarlar.

Gök mavisi deniz.

Çocukların kahkahası.

Dünyanın neresine giderseniz gidin, orada kaç dil konuşulursa konuşulsun, kültürler ve devletler birbirleriyle kaç defa çarpışırsa çarpışsın, dünyanın her yerinde çocukların kahkahaları canlandırıcı ve dirilticidir. Oysa yetişkinlerin neşesi bundan farklı olarak kıskanç, güvensiz, sadist, zalim ya da saçma olabilir; ama oyun oynayan çocukların sesi yalın ve saf eylem idealini uyandırır. Kavram yoktur. İdeoloji yoktur -sadece yaşamın masum zevki vardır.

Yetişkinler olarak bizler sızlanıp duduğumuz karmaşıklıklar, varoluşsal kaygılar, sorumluluklarımızla ilgili meşguliyetlerimiz üzerine düşünürüz. Çocukların neşesini duyar, gelip geçmiş çocukluğumuza ah ederiz. Artık eski elbiselerimizin içine sığmasak ve tekrar genç olmasak da çocukların iyimserliğinde huzur buluruz. Onların neşesi hepimizi hoşnut eder.

Genellikle çocuklarımızın bir an evvel büyümelerini isteriz. Aslında yaşamlarının tek tek, her yılını dolu dolu geçirmeleri onlar için çok daha iyidir. Onların kendi zamanları için uygun olanları öğrenmelerine izin verin, oynamalarına izin verin. Ve çocuklukları bitip ergenlik çağına geldiklerinde yumuşak bir geçiş yapmaları için onlara yardım edin. O zaman onların kahkahaları neşeyle ve hepimiz için umutla çınlamaya devam edecektir.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları





“Ya Kebikeç, ihfazu’l varak!”

23 01 2012

Bir zamanlar dünya şiir gibiydi…

Şiraz’ın gül bahçelerinde bülbül sesleri su seslerine karışırdı.

Sevgi sözcükleri müzik nameleriyle süslenirdi.

İnsan mutluydu.

Bir zamanlar dünya resim gibiydi…

Gece yükselen ay ve yıldızlar karanlıkta nice güzellikler aydınlatırdı.

Gökyüzünde sabah doğan güneşin parlaklığı akşam batarken bulutları kızıl mavi renklere boyardı.

İnsan huzurluydu.

Bir zamanlar dünya sırlarla dolu bir öykü gibiydi…

Öykülerde mucizeler vardı.

İyiliğin kötülüğe galip geleceği, şövalyenin ejderhayı yeneceği bilinirdi.

Bir zamanlar insan çocuklar gibiydi…

İçi umut ve heyecanla dolu.

Yaşamı anlamaya ve tanımaya çalışan, saygılı, inançlı ve cesur.

 İnsanın kendine yaptığı en büyük kötülük, inancını kaybedip korkuya kapılması oldu.

Dünyanın şiiri sustu, resmi soldu, öyküleri durdu.

Dünya sessizce bekledi, insanın tekrar hatırlamasını.

Çünkü, biliyordu; insan hatırladığında, gücünü geri alacak, yine değişecek ve değiştirecekti…

 

O zaman niyet etti: “İlk önce inancını hatırlasın!” dedi.

İnansın, hem kendine hem de yaşamın gücüne.

Sevsin, hem kendini hem diğerlerini.

Korusun, yaşam verenleri ve bekleyenleri.

İnsan, kitabın ilk sayfasını okudu, sonra tekrar okudu ve tekrar ve tekrar.

Bu kendini yineleyen bir döngüydü.

Her gün sanki bir önceki ile aynı.

Bir sonraki sayfa neden yoktu?

Anlam veremedi.

 

O zaman niyet etti: “İlk önce cesur olmalıyım!” dedi.

Adım atmalıyım, bu anlamsız döngünün dışına, kitabın bir sonraki sayfasına, yaşamın bir sonraki gününe.

Sevmeliyim, hem kendimi hem diğerlerini.

Ve değer vermeliyim, yaşam verenlere ve bekleyenlere.

Dünya dedi ki: “Bu benim öyküm!

İnsan dedi ki: “Bu benim öyküm!

Ve her ikisi de doğru dedi; bu içiçe birbiriyle dans ederken yazılan iki öyküydü…

Bu senin öykün.

Bu dünyanın öyküsü.

Bu yaşamın öyküsü.

Her bir sözcüğü özenle seç,

İçine güzellik, umut ve heyecan kat,

Çocuksu bir merakla büyüt,

Sevgi ile besle,

Ve cesaret ile koru.

Şimdi, bir sonraki sayfaya geç ve öykünü yazmaya başla…

 

 

Ama önce bilmen gereken bir şey var, bir tılsım!

Korkular, endişeler ve kuruntular tıpkı kitapları yiyen kurtçuklar gibi senin öykünün kelimelerini de yok etmek istediklerinde cesur ol, inancını çağır ve de ki:

“Ya Kebikeç! Benim öykümün her bir sözcüğünü koru!”

Bil ki tüm tılsımlı sözcükler sadece senin seslenmeni bekliyorlar.

 

 

 

* “Ya Kebikeç, ihfazu’l varak!” -Ey Kebikeç, kağıdı koru!- : Osmanlı zamanında el yazması kitapların üzerine bu söz yazılırdı. Korunmak istenilen şeyler ise kurtçuklardı. Kebikeç’in kitap kurtlarının şahı olduğu ve ona bu yakarış ile kitabın bu kurtlardan kurtarılacağına inanılırdı…

 

 





23 – YENİLENME

23 01 2012

Tepedeki şehir,

Ötesinde el değmemiş toprak.

Nadasa bırakılmış tarla

Verimliliğin gizi.

Şehirde hemen her binanın kapılarında, pencerelerinde, bir çok katında göze çarpan milyonlarca yaşam görürüz. Uygarlığın coşkusunu ve zaferlerini görürüz. Ancak Tao’yu izleyenler şehri ne kadar sevseler de doğaya geri dönüş ihtiyacının bilincindedirler.

Kırlarda özgürlüğün besleyip geliştirici özelliklerini keşfederler. Buralarda yeni açılımlar keşfeder ve toplumsal yükümlülükler olmaksızın gezer dolaşırlar. Geçmişte öncüler açık, geniş kırları görüp insanın zaferiyle doğaya hakim oluşunun düşlerini kurarlardı. Şimdi bunun böyle olmadığını biliyoruz: Hayatta kalabilmek için doğayı korumalıyız.

Toprağı nadasta bırakmak için zamana ihtiyacımız var. Şehirden ayrılamıyorsanız her gün kendi içinize çekilebilmek için azıcık da olsa sessiz bir zaman bulmaya bakın. Dağlarda ya da tarlalarda yürüyebiliyorsanız, bu tabii ki çok daha iyidir. Ancak hiçbirimiz yenilenme olmadan varlığımızda içkin üretkenliğimizi koruyamayız.

Alıntı: 365 Günün Tao’su, Deng Ming-Dao, Dharma Yayınları