Nasıl Bulduysan Öyle Bırak

11 09 2020

‘Sanki pamuklar içinde yumuşacık geliyorlar dünyaya’ diyordu doktor…

Anlattığı sezeryan doğumların kolaylığıydı, hem annenin korkularını ve acılarını ortadan kaldırıyor hem de bebeğin yumuşacık kolay doğmasını sağlıyordu…

Peki, neden doğal doğum dedikleri sancılıydı? Neden anne doğum sancısı başlamadan, su kesesi boşalmadan anlayamazdı bebeğin vaktinin geldiğini? Nedendi bunca telaş bunca zamandır?

Doğal doğum buysa, doğanın bir kastı mı vardı tüm o annelere tüm o bebeklere?

Hikâyeye bakarsanız, kadına bir kastı vardı elbet… Cennetten kovulan kadının doğumu sancılı olacaktı ve bu dünyaya gelen her bebeğin doğabilmek için ta en baştan bir emek vermesi gerekti. Annenin koruyucu rahminden başlayan yolculuk çabasız çıkış sağlamıyordu hiçbir bebeğe, çıkarken de başaşağı düşmek vardı dünyaya…

*

‘Nasıl bulduysan öyle bırak!’

‘Bu da nerden çıktı şimdi?’ diyorsunuz belki de… Bu cümle bu konuya ait değil. Memleketin tuvaletlerinde görürüz sıklıkla çünkü. Çoğu kişi de görmezden gelir, görmek istemez, umursamaz bu uyarıyı. Hiç üstüne alınmaz, kendisine söylenmiyordur, ya bir öncekine ya da bir sonrakinedir tüm ikaz…

‘Bırakmazsam ne olur?’ Benim işim bittiğinde, arkamı dönüp gittiğimde -umurumda da değilse- bırakmazsam ne olur…

*

Çocuk büyütenler bilir, küçük yaşlarda başlayıp, ‘ağaç yaşken eğilir’ misali öğretmek gerekir her şeyi. Siz küçük fidanlarınızı nasıl büyütürseniz, büyüdüklerinde seyredeceğiniz bahçeniz öyle olacaktır.

Hangimiz hatırlamayız annelerin kulaklarda çınlayan sözlerini, ‘Yavrum tabağını kaldır sofradan’, ‘Yatağını topla kalınca’ ya da ‘Böyle dağınık bir odada nasıl buluyorsun aradığını’, gereksiz gelir çoğu gence.

Halbuki, sofradan tabağını kaldırmayan nasıl tamamlıyordur başladığı işleri, sabah yatağını toplamayan zihnini nasıl topluyordur gün boyu, dağınık odamda her şeyi bulurum istediğimde diyen yaşamının dağınıklığında aradığına nasıl ulaşıyordur?..

Siz nasıl yaşarsanız yaşamınız öyle olur…

*

Japonları seviyorum, ruhuma iyi geliyorlar. Sadelikleri, çalışkanlıkları, düzenleri, özenleri, yaşamı güzelleştirmeleri, geliştirmeleri iyi geliyor. Onların da zayıf yönleri yok mu? Elbette var. Yaşam denge ister. İki yanlışın bir doğruyu götürmediği bu dengede ne zaman eksik, zayıf yönünüzü görseniz onu düzeltip orta yolu bulmanızı bekler.

Her sabah yeni güne uyandığınızda, günün yeni olduğunu fark edip coşkuyla karşıladığınızda,

Yediğiniz her yemekte, sunulan sofra için teşekkür edip saygıyla kurulanı topladığınızda,

Kullandığınız eşyalara size sundukları rahatlık ve konfora karşılık özen gösterdiğinizde,

Bu ufacık şeyleri, kolayca gözden kaçan detayları görüp değiştirdiğinizde,

Belki siz de değişir, yaşamınızı değiştirir, güzelleştirirsiniz.

*

İnsan seçebilir. Hoyratça yaşamayı ya da zarafetle yaşamayı seçebilir…

Geçen gün seyrettiğim bir belgeselde, bir tür maymunun hayatı gösteriliyordu. İnsana benzerlikleri her zaman bizi şaşırtan maymunlar becerikli ve akıllılar, alet kullanabiliyor, öğrenebiliyor ve yaşam kalitelerini artırabiliyorlar.

Bu tür çoğunlukla böcek, ufak hayvanlar ve kabuklu yemiş ile besleniyordu. Ellerindeki küçük taşlarla yemişleri bir kayanın üstünde kırıp kolayca yiyebiliyorlardı. Taşı sertçe vurduklarında yemişi kırmak kolaydı…

‘Başka bir tür daha vardı, onlar taşı zarifçe vurup yemişi kırıyorlardı’ dedi.

Ne tuhaf, bir tür diğerine göre daha kaba ve hoyrat. Oysa bize göre hepsi hayvanlar âleminin bir parçası, yine de hepsi birbirinden farklı.

Tıpkı bizim gibi.

Bizler de onca farklılığımıza karşın aynı türün altındayız; bize ‘insan’ diyorlar. Tek bir tür. Halbuki hepimiz okulda okuduk, insanın evriminde şimdiki insanın kategorisi homo sapiens ‘akıllı, bilen insan’a kadar farklı farklı türler yaşadı. Homo erectus ile başlayan kıyam, türün gelişiminin sonu değil başlangıcıydı.

Elli bin yıl kadar önce, dik duruşu, gelişmiş beyni, soyut konuşma yeteneği, lisan kullanma kabiliyeti ile donanmış bu tür bizlerin atası olarak kabul edilir. Tüm bu becerileri ile ihtiyacı olan araçları üretebilen, kendi farkındalığı olan, rasyonelliği ve zekasıyla yüksek seviyede düşünmeyi başarabilen bu tür, insanı ‘insan’ yapan özelliklere sahip olarak tanımlanır.

Biyolojik evrim teorisi halen tartışıla dursun, yaşamda bir evrim olduğu aşikâr. Olmasa hiçbirimiz kendimizi geliştirmek için uğraşmaz, çocuklarımız bizden daha iyi yaşasınlar diye çaba göstermezdik.

Kısacık insanlık tarihinde bile gördüğümüz gelişim yaşamın ve bizlerin sürekli değiştiğini gösteriyor.

Bazılarımız artık homo sapiens olmayabilir.
Bazılarımız da belki hiç homo sapiens olmadılar…

*

Mağara adamından bu yana çok yol kat ettik.

Bugün teknolojimizle övünebiliriz. Yine de bir düşünsek, birkaç yüzyıl önce hayal bile edilemeyen şeylerin şimdi gerçekleştiği bir dünyada aslında daha kat edeceğimiz çok yol var…

‘Siz hâlâ atalarınızın dini üzerinde misiniz?’ sorusunun yanıtı bulmak için bir kez daha düşünmek gerekli.

*

‘Nasıl bulduysan öyle bırak’ demiş bizden öncekiler.

Şimdi ben artık, ‘Bulduğundan daha iyi halde bırak’ diyorum.

İşiniz bittiğinde arkanıza bile dönüp bakmadan çıktığınız tuvaleti,
Yemeğiniz bittiğinde darmadağın kirli tabaklarla dolu kalktığınız sofranızı,
Kapınızı kapadığınızda içerde savaş çıkmış gibi dağılmış eşyalarınızı,
Konakladığınız mekânda temizlikçilere terk ettiğiniz süfliyetinizi,
Belki de en önemlisi, karşılaştığınız tüm insanların duygularını, düşüncelerini,
Bir değişiklik yapın ve yarın bulduğunuzdan daha iyi halde bırakın.

Önce kendinizi, bugün evinizi, yarın yaşamınızı, giderken dünyanızı bulduğunuzdan daha iyi hale getirip öyle bırakın. Misafiri olduğunuz bu dünya sizi ağırlamış olmaktan zevk duysun, memnun olsun…

Kendisi kutsal saydığı bir mekâna girerken kapıda ayakkabılarını atarcasına çıkarıp öylesine bırakan, nasıl düşünebilir ki kutsaldan daha değerli olan yaşamına saygı ve sevgi göstermeyi?

Yaşamda kutsal hiçbir şey yok. Sadece insanın kutsallaştırdıkları var. Din ‘yol, hüküm’ demektir. Din yaşamdır.

Yaşam bütünüyle kutsal ötesinde değerli.

Yaşam, boşalan su kabını doldurup bırakmakta gizli,
Yaşam, yanından geçtiğin çiçeğe gülümseyen bir bakış sunmakta gizli,
Yaşam, yanındakilere söylediğin tatlı sözlerde, uzaktakilere gönderdiğin sevgi dileklerinde gizli.

Yaşam, kutsal olanın ötesinde, gözlerinin önünde gizli.

Yaşam, artık değerine sahip çıkmanızı ve onurlandırmanızı bekliyor.

Onu yüceltecek olan sizsiniz.

*

Güzellik herkes için göreceli ancak, herkesin bir güzellik anlayışı var.

İnsanın içsel pusulasında kuzey yıldızı iyiye ve güzele çevrilmiştir. Yine de bu pusulanın kullanımının öğrenilmesi gerekir. Ve siz güneydeyseniz göremezsiniz kuzey yıldızını. Bazen büyük bir dönüş gerekir.

Çocuk büyütenler sadece büyümelerini sağlar ama çocukların kendilerini keşfedip yetiştirmelerine doğru destek olmazlarsa, bahçe olgunluğa eriştiğinde sefasını süreceklerine cefasını çekmeye başlarlar.

Sizi büyüten anne baba artık görevini tamamlamış olabilir, o zaman siz kendinizi yetiştirmeye devam edeceksiniz.

Bahçenin tüm ayrık otlarını toplayıp yerine envai çeşit çiçek ekmek artık sizin işiniz. Kendi bahçeniz güzelleştiğinde inanın sizi gören herkes özenip sırrınızı öğrenmek isteyecektir.

Tıpkı bir zen bahçesindeki gibi, yaşamda attığınız her adım suya düşen damlanın yarattığı halkalara benzer ancak kalıcı izler bırakır kendi yolunuzda.

İnsanı ‘insan’ yapan şey kendi farkındalığı, yüksek seviye düşünme yeteneği ise bunu sadece dışsal gelişim, araç gereç ve şimdinin teknolojisi için kullanmak yeterli midir?

İnsan yerçekiminin kanununa karşı kıyam etmiş ve başaşağı geldiği bu dünyada ayağa kalkmıştır. Dik duruşu yaşamdaki tutumunu işaret eder. Kendisini aşağı çeken her şeye karşı kıyam edeceğini söyler.

Soyut konuşma yeteneği ve lisan kullanımı sadece düşüncelerini ifade etmek için midir? İnsanı tüm canlılardan ayıran duyguları unuttuğunda kullandığı lisan yarım kalmış gelişmemiştir…

*

Tüm manevî öğretiler hizmet et der.

Her güzellik emek ister.

Yaşam sahip olabileceğimiz en güzel şey.

En büyük emeğiniz kendinize, kendi yaşamınıza olsun…

11/09/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar





Sen Hep Burdasın, Hep Var Olansın

8 09 2020

Dersin ki: “Neşeyle dönüyorum ‘atlıkarınca’da”,

-Zannedersin neşeyle-

Döndüğünse bir kısırdöngü

Zamanın etrafında,

Yaşamın etrafında.

Bilsen ki, en neşelisi

Özgürlüktür dolaşıp dönmekten,

Zamanı durdurmak,

Yaşamı yaşamaktır.

O zaman sadece deriz ki:

“Şimdi, tadını çıkar bu yolculuğun!”

*

Zaman ve mekân…

İnsanın sonsuzluk içinde yaşamı anlamlandırmak için kullandığı en önemli araçlar; geçmiş ve geleceğin yapı taşları, arzuların ve isteklerin koşulları, varsayımları…

İnsan tüm var olma çabası içerisinde sınırsıza sınır çizer, kendince anlamlar yükler.

Zamanı ve mekânı gerçekten anlamak içinse kavramların ötesine, yaşamın içindeki doğal var oluş hallerine bakmak gerek.

Oysa, el yapımı mekanik saatlere ve sunî binalara bakıp doğal olana ulaşmak ne kadar da zor…

İnsan kendi rızasıyla kendi özgürlüğünü, kendi yarattığı bir zamana ve mekâna teslim ederken, geçmiş ve geleceğin bu kavramsal yapı taşları sessizce insanın kendisi için –kendi elleriyle– inşa ettiği hapishanenin duvarlarını örer…

*

“Zaman nerdedir?

Güneş ve Ay’ın birbirini takip eden döngüsünde mi?

Mevsimlerin geçişinde, açan çiçeklerde, dökülen yapraklarda mı?

Doğumda ve ölümde, büyüyüp gelişen bedenlerde, yaşlanan yüzlerde mi?

Zaman nerdedir?

*

Mekân neresidir?

Doğduğun, büyüdüğün ev midir?

Diktiğin ağacın, çocuklarının yetiştiği, çalışıp çabaladığın yer midir?

Ölüp de gömüldüğün toprak mıdır?

Mekân neresidir?

*

Her şey değişip dönüşürken, tüm bunlardan hangisi elinde kalandır?

*

Bildiğin bilmediğin gökkubbenin altında, sonsuzlukta varolan gökcisimlerinin senin Dünya’ndaki bir yansımasıdır sana göre zaman.

Gecen ve gündüzün, tüm mevsimlerin Güneş’tir, gel-gitlerin Ay’dır, duygusal ve yaşamsal değişimlerin gezegenlerdir dönüp duran…

Senin zamanınsa saatin rakamlarında, takvimlerin sayfalarında… Onlarca takvimin oldu bugüne kadar, hangisi anlattı yaşamı sana?

Arka arkaya sıralanan günler, bayramlar, kutlamalar, bulabildin mi içlerinde güzelliğini yaşamın?

Nihayetinde anlayabildin mi, değişen bir tek olaylardır… Döngü hep aynıdır, bu sahne hep aynı sahnedir… Geçip giden zaman aslında, zamansızlıktır…

*

Tekrarlayan zaman içindeki kısır döngüler gizli tuzaklar gibidir insan için. Her sahnede ayrı bir dekor, türlü türlü tipte oyuncu, deriz ki:

“İşte bu sefer yeni bir sefer.”

Oysa, seyr-ü sefer’de içerik hep aynıdır.

Yok mudur döngüyü durduracak bir düzen? Yok mudur tüm bu kısırlığı berekete dönüştüren?

Bilsen ki dünya, insanı insan yapmak için insanla var olur, zaman ve mekân ise sadece birer araçtır. Anlarsın, aracın içine hapsolduğunda, yolda olmanın da bir yere varmanın da anlamı yoktur.

Özgürlüğü elde etmenin tek yolu yaşamının sorumluluğunu eline almaktır.

Bir kez bunu kavradığında artık zamansızlığa ulaşır insan, çünkü şimdi yaşam ile doğrudan konuşur, ihtiyacı olan tüm cevaplar yaşamın içerisinde kendisine sunulur.

Evrenin sonsuzluğunda insanın bildiği zaman yoktur. Zaman sadece insanın zihnindedir. İnsanın tek özgürlüğü zihninin hapishanesinden çıkmaktadır…

*

“Doğdum!”

“Hoşgeldin” dediler “dünyaya… bizlerin Dünya’yasına…”

Sordum “Geldiğim sadece bir yer midir? Bu yer nedir, neresidir?”

Dünüv’dür Dünya’nın kökü, yakın olmak demektir. Ednâ, en yakın demektir.

Dünya bizim yerküremizdir, gezegenlerden bir gezegen deriz ama yakına gelmişiz, canlanmışızdır.

“Dünya hâli işte…” deriz, arz-ı endâm ederiz, burada doğumdan sonra ölümden önce onlarca hâl yaşar, yaşatırız.

Yer ve yeryüzü arz’dır, yaşadığımız hayat ise dünya hayatı, yakın hayat, önce gelen hayat’tır.

Her ne kadar yaşanılan hayat yeryüzünde geçse de, yeryüzü ve dünya aynı değildir. Yeryüzü bir coğrafî mekân, dünya ise manevi ve ahlâkî bir anlamın ifadesidir.

Yeryüzünün üzerinde ikamet eden insanın dünya hayatının nasıl olacağı yaşama karşı tutumuna, maddi olanın ötesindeki öğretiyi görmesine bağlıdır…

*

Doğum için fiziksel bağlamda bir anne ve bir baba gereklidir. Gebe kalmak gereklidir.

Doğum için duygusal bağlamda besleyip korumak, sabırla emek vererek beklemek gereklidir.

Doğum için düşünsel bağlamda istek ve inanç gereklidir.

Doğum için aşk ve sevgi gereklidir.

Her doğum güzel olanı arar…

Doğum öncesinden gelen varlık düşer, önce ana rahmine. Bedeni yoktur, bedenlenir. Rahimin kapalı dünyası tek varoluştur. Yaşama teslimdir, müdahale yoktur, süreç kendini gerçekleştirir.

Doğum ise çaba ister, zorlayıcıdır –hem doğuran hem de doğan için. Doğumu reddedemez, doğumu durduramazsın.

Sonra varlık yine düşer, ana rahminden yaşam rahmine. İnsan dünyaya, yakın hayata doğar. Zanneder ki bir kez doğdu, bir kez yaşayacak, bir kez ölecek.

Oysa zannın aksine, yaşam rahmi bir kez doğurmaz insanı, sürekli yeni doğumlar içindedir. Yaşamsal sistem her an yeniden doğması için varlığı sürekli zorlar.

Ne’çare, insan sevmez zorlanmayı…

Yaşam tek bir şey bekler varlıktan; ana rahimindeyken nasıl onu koruyup besleyen, seven anneye güveniyorsa, yaşam rahiminde büyürken de yaşama güvenmelidir…

*

Gebedir sürekli yaşam, yeni doğuşlara, yenilenen yaşamlara.

Ve gebelik varsa doğum kaçınılmazdır.

Her gebelik farkı bir doğum getirir –hem doğana hem de doğurana-, bazı doğumlar sancılı bazılarıysa bir nefeste kolaycadır, yaşamda herkesin kısmeti ihtiyaca göre farklıdır.

Bu, yaşamın çeşitliliğidir.

Doğum ile başlar öğreti. Yaşam –öğrensin diye– sürekli yeniden doğmasını gerektirir insanın. Yeni doğum yoksa büyüme, gelişme de yoktur.

Hep aynı olan, her yeni güne yeniden doğmayan, her an kendine yeniden doğmayan artık yenilenmiyordur.

Yenilenmeyen yavaşça ölür.

Yaşamak için doğum kaçınılmazdır.

Yaşamın rahminde insan, korunup gözetileceğine güvenmelidir, –aslında başka çaresi de yoktur.-

Nasıl ki, kendi âleminde, kendi gerçekliği içinde ‘anne’ yaşam demekse bir bebek için ve reddedilemez bir süreçse oluşumu, insan için de kendi gerçekliğinde dünya yaşamı aynısıdır; reddedilemez bir oluşum süreci.

Yaşam her ne getiriyorsa insanın büyüyüp gelişmesi için gereklidir.

İnsanın yapması gerekense yaşamın sürecine güvenerek teslim olmaktır…

*

Doğumdan sonraki yaşam diyorlar…

Ölümden sonraki yaşam diyorlar…

Doğum da ölüm de senin zihninde,

Sen ne doğdun ne de öldün,

Sen hep burdasın, hep var olansın…

… Sonsuzluğun aynası, annem ve babam için, sevgiyle…

08/09/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar





Âlem İçinde Âlem

1 09 2020

İnsan kendini bilmez…

Bilmez şimdi hangi âlemdedir?..

Kimdir?..

Nerededir?..

Gözleri hep diğer âlemlerde…

Bazen merak duyar

büyülenir onların gizemiyle,

bazen de anlayamaz

reddeder öfkeyle

ya da ürperir tuhaf bir korku içinde…

Oysa yaşam herkese

kendine ait bir âlem sunar ve der ki:

“Önce kendi âlemini tanı,

kendine sevgi ve saygı ver,

ancak o zaman diğerlerini tanıyabilir,

sevebilir ve sayabilirsin.”

Kendini bilen insanı,

hazır olduğunda tanıştırır yaşam,

yolculuğunda buluşacağı diğer âlemlerin gerçeğiyle…

Önce kendi âlemini tanı…

Ne zaman ki âşina olur anlarsın şimdi içinde bulunduğun bu âlemi, o zaman vakti gelir bir sonrakinin.

Israr edersen gözlerini ve kalbini kapatıp görmemeye tanımamaya, bil ki sana çıkış yoktur bu âlemin labirentinden.

Döner durursun kaybolmuş aynı yollarda, kaybolmuş aynı zamanlarda.

Kalbini açmazsa eğer, insan için mümkünatı yoktur gözünün önündekini görmenin.

Yaşam öncesinde insan, ‘bilmediği bir âlem’dedir.

Yaşam içinde insan, ‘yaşam âlemi’ni bilmelidir.

Yaşam sonunda ise, yine ‘bilinmeyen bir âlem’e gidecektir.

Tüm yolculuk bilinmeyen ile bilinen arasında gidip gelmektedir…

Dünyanın içinde insan, ‘dünya âlemi’ni tanımalıdır.

Aşağı baksa; hayvanlar, bitkiler, böcekler, madenler…

Yukarı baksa; güneş, ay, gezegenler, yıldızlar…

Varoluşun içinde tüm bilgi, enerjiler ve elementler…

Doğanın içinde tüm unsurlar; hava, okyanuslar, yeryüzü ve daha niceleri…

Hepsi özgün, hepsi bütün birer âlemdir kendi içinde.

Mikro âlemler ve makro âlemler iç içe ‘evrenin âlemi’ni yaratır.

İnsanın yaşamında ‘dış âlemi’ olur; sosyal âlemi, aile, eş, arkadaş, dost ve iş âlemleri…

Kendi ‘iç âlemi’ olur; bazen açılır paylaşılır dışarısıyla, bazense bir ömür hem kendine hem dışarıya kapalı örtülü kalır.

İnsanın ‘gizemli âlem’leri vardır; ruhlar âlemi, rüya âlemi, hayal âlemi, arzularının, isteklerinin âlemi.

Bedenin kendi âlemi vardır; her organın, her hücrenin bir âlemi.

Duyguların kendi âlemi vardır; öfkenin, sevincin, hüznün, neşenin, korkunun ve güvenin.

Düşüncelerin âlemi, hepsinin birer kendi âlemi vardır…

İnsanın âlemlerinin yanında, âlemlerinin de kendi ayrı âlemleri vardır; eşinin, çocuğunun, ailesinin, arkadaşlarının, toplumunun, ülkesinin ve atalarının.

Karşılaştığı her insanın, her canlının, hatta -bize göre- her cansızın bile bir âlemi vardır.

Geçtiğiniz yolun, girdiğiniz binanın, oturduğunuz koltuğun bir âlemi vardır.

İnsan bir dursa,

seyreylese bir sokak neler anlatır

ya da bir mahalle,

bir binanın dilinden ne hikâyeler dökülür

yaşamı renklendiren.

İnsan biraz vakit ayırsa ve dursa,

bir ağacın yanında,

kim bilir hangi kuşlar sohbet eder dallarında,

hangi mevsimler geçer,

hangi zamanlar akar,

kimilerini getirir,

kimilerini götürür sessizce.

“Ben hep bulutların âlemini severdim, kuşların âlemini ise bilmezdim, öğrendim.

İnsan öğrenince bir diğer âlemi, onun tüm zenginliği kendi âlemine akar, bir o kadar zenginleştirir insanı…

Sen bilmezken ‘benim âlemim’i, ne kadar kolaydır öfkelenmek, yargılamak ve ben bilmezken ‘senin âlemin’i…

Oysa yaşam iki âlemi boşuboşuna buluşturmaz, ister ki tanışsınlar, birbirlerinden öğrensinler.

Bazen bir an yanyana kalırlar, bazen bir gün, bazense yıllar boyunca.

Her karşılaşma bir fırsattır sunulan, yepyeni bir âlemi tanımaya, yepyeni bir âlemi kucaklamaya…”

Aslında saymaya çalışsak, sonu yoktur tüm bu âlemlerin.

İnsan ise ancak kendi bildiğini tanır, bildiği kadarını var sanır.

Bir âlem daha vardır ki, el-âlem deriz, insan için ‘yabancılar âlemi’dir…

Düşünmez ki insan, her birimiz birbirimize el-âlem’iz, birbirimizin yabancısıyız.

Kendi âlemini tanıyıp bilene ise ne yaban vardır ne de yabancı.

O bilir ki biz hepimiz, birbirine benzer yine de kendine özel âlemlerde yaşarız;

Aynı havayı solur, aynı toprağa ayak basar, aynı suyu içer, aynı dünyayı paylaşırız.

Açıldığında tüm âlemler gerçeğiyle, hepsi ‘yaratanın tek bir âlemi’dir.

Âlem içre âlem, var olur birlikte.

Sırası geldiğinde, yolcunun yolu geçer her bir âlemden.

Şimdi yolculuktaki insan için kalbini açma vaktidir,

Tüm âlemlere sevgi ve saygı gösterme zamanıdır.

Hepsi kendi âleminde var olurken,

İnsan için en güzeli kendi âlemini yaratmaktır,

Her sabah gözünü açmak için heyecan duyacağı

Yeryüzündeki kendi cennet âlemini.

İnsanın en büyük sorumluluğu önce kendinedir…

01/09/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar