“Bu konuları anlatmak zor olduğu için biz işi basit tarafından ele alıp kişinin bir hiç olduğunu ve bu hiçlik aynasından Hep’in göründüğünü söylemek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz. Çünkü, tevhid bir insana başka türlü anlatılamaz. İnsanın tevhidi anlayabilmesi, ancak onun içinde yaşamasıyla mümkündür ki bunun yolu da Lâ’yı tam anlamıyla idrak etmekten geçer.
Ancak, şunu da unutmamak lazımdır, insan ne kadar gelişirse gelişsin, hiçbir zaman Allah olamaz. Allah’la ünsiyet edip O’na yakışır huylarla huylanır ve O’na layık işler işlerse, o zaman Allah aynası olabilir. Böyle olabilmek için de tüm kötülüklerden arınıp Allah’a yakışır arı, duru bir hal almak ve özü ile sözü bir olmak gerekir. Öyle olanlar, Allah’ın aynadaki görüntüsü olabilirler. Bu görüntü çok güzeldir ama o güzellik dıştan belli olmaz, çünkü iç güzelliği halinde tezahür eder.
Zaten, insanın dış güzelliği geçicidir. İnsan ne kadar güzel olursa olsun, elli yıl sonra o güzelliğinden eser kalmayacaktır. Ama iç güzelliği devamlıdır ve zaman onu bozamaz.
En gelişmiş insan, Hazret-i Muhammed’tir. Kendisi, Allah’ın aynası olduğu ve Allah’ın her istediği kendisinden zuhur ettiği halde “Ben de sizin gibi beşerim” <41-6> demek suretiyle kulluğunu kabul etmiş ama daha sonra “Bana ilâhımızın tek ilâh olduğu vahyolunuyor” <41-6>, yani “Size de vahyolunuyor mu” demek suretiyle, diğer insanlardan farklı olduğunu belirtmiştir.
Bu farklılık kemâlât bakımındandır. Dışarıdan bakıldığında bir öğretim üyesi (mürşit) ile bir öğrenci (mürit) arasında yaratılış bakımından bir fark yoktur. Lakin bilgi düzeylerinin farklı oluşu birine mürşit, diğerine mürit dedirtir.
Her insanın ayrı bir mevkii vardır. Onu meydana getiren eczalar birbirinden ayrılacak ve kâinat olacaktır. Ama kâinat olacak olan bu vücut Hazret-i Peygambere aittir. Biz o kâinattaki vücudun bir kılı olabilmek için uğraşmalıyız. Çünkü “Âlemlere rahmet” <23-107> olan O’dur ve başka hiç kimse o mertebeye sahip olamaz.
İnsanda kemâlâtın hududunu belirleyen Hazret-i Peygamberdir. Çünkü, kendisi ulûhiyet âleminde Allah’ın aynası olduğu halde bu en üst mertebeden, en alt mertebe olan beşeriyet âlemine teşrif etmiştir. Kur’an’a ait vahiy de en üst mertebeden, yani kendinden, en alt mertebeye, yine kendine gelmiştir. Bu duruma göre Muhammed’in en üst mertebesi Allah’la konuşmasıyla da gösterdiği gibi ulûhiyete, en alt mertebesi de beşeriyete uzanıyor demektir. Tabii, bu mertebeler kemâlât açısındandır. Böylece beşeriyetin birer ferdi olan bizim için de kemâlât hudutları belirlenmiş olmaktadır. Allah’ın insanlara vermiş olduğu akıl iyi kullanılırsa, tekâmülün üst hududuna çıkabilecek, yani Muhammediyet’e vasıl olabilecek demektir ki bu konuya ileride akıl bahsinde daha geniş yer verilecektir.
Onun için insan kendini hem yokun yoku, hem varın varı olarak görmelidir. İnsan hem iç, hem dış olduğu için her şeyi kendinde aramalıdır. Bunu yapabilen ve böylece insan durumuna gelenlerin gözünde para, pul, mal, mülk hiçbir anlam ifade etmez olur. Allah, her şeyden vazgeçmiş olan insanın hayatını düzene sokar ve böylelerine, onların kendilerine bakabileceklerinden çok daha iyi bakar…”
Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanda Kemâlâtın Hududu, s. 464