En Üst Mertebeden, yani Kendinden, En Alt Mertebeye, yine Kendine

28 09 2018

“Bu konuları anlatmak zor olduğu için biz işi basit tarafından ele alıp kişinin bir hiç olduğunu ve bu hiçlik aynasından Hep’in göründüğünü söylemek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz. Çünkü, tevhid bir insana başka türlü anlatılamaz. İnsanın tevhidi anlayabilmesi, ancak onun içinde yaşamasıyla mümkündür ki bunun yolu da Lâ’yı tam anlamıyla idrak etmekten geçer.

Ancak, şunu da unutmamak lazımdır, insan ne kadar gelişirse gelişsin, hiçbir zaman Allah olamaz. Allah’la ünsiyet edip O’na yakışır huylarla huylanır ve O’na layık işler işlerse, o zaman Allah aynası olabilir. Böyle olabilmek için de tüm kötülüklerden arınıp Allah’a yakışır arı, duru bir hal almak ve özü ile sözü bir olmak gerekir. Öyle olanlar, Allah’ın aynadaki görüntüsü olabilirler. Bu görüntü çok güzeldir ama o güzellik dıştan belli olmaz, çünkü iç güzelliği halinde tezahür eder.

Zaten, insanın dış güzelliği geçicidir. İnsan ne kadar güzel olursa olsun, elli yıl sonra o güzelliğinden eser kalmayacaktır. Ama iç güzelliği devamlıdır ve zaman onu bozamaz.

En gelişmiş insan, Hazret-i Muhammed’tir. Kendisi, Allah’ın aynası olduğu ve Allah’ın her istediği kendisinden zuhur ettiği halde “Ben de sizin gibi beşerim” <41-6> demek suretiyle kulluğunu kabul etmiş ama daha sonra “Bana ilâhımızın tek ilâh olduğu vahyolunuyor” <41-6>, yani “Size de vahyolunuyor mu” demek suretiyle, diğer insanlardan farklı olduğunu belirtmiştir.

Bu farklılık kemâlât bakımındandır. Dışarıdan bakıldığında bir öğretim üyesi (mürşit) ile bir öğrenci (mürit) arasında yaratılış bakımından bir fark yoktur. Lakin bilgi düzeylerinin farklı oluşu birine mürşit, diğerine mürit dedirtir.

Her insanın ayrı bir mevkii vardır. Onu meydana getiren eczalar birbirinden ayrılacak ve kâinat olacaktır. Ama kâinat olacak olan bu vücut Hazret-i Peygambere aittir. Biz o kâinattaki vücudun bir kılı olabilmek için uğraşmalıyız. Çünkü “Âlemlere rahmet” <23-107> olan O’dur ve başka hiç kimse o mertebeye sahip olamaz.

İnsanda kemâlâtın hududunu belirleyen Hazret-i Peygamberdir. Çünkü, kendisi ulûhiyet âleminde Allah’ın aynası olduğu halde bu en üst mertebeden, en alt mertebe olan beşeriyet âlemine teşrif etmiştir. Kur’an’a ait vahiy de en üst mertebeden, yani kendinden, en alt mertebeye, yine kendine gelmiştir. Bu duruma göre Muhammed’in en üst mertebesi Allah’la konuşmasıyla da gösterdiği gibi ulûhiyete, en alt mertebesi de beşeriyete uzanıyor demektir. Tabii, bu mertebeler kemâlât açısındandır. Böylece beşeriyetin birer ferdi olan bizim için de kemâlât hudutları belirlenmiş olmaktadır. Allah’ın insanlara vermiş olduğu akıl iyi kullanılırsa, tekâmülün üst hududuna çıkabilecek, yani Muhammediyet’e vasıl olabilecek demektir ki bu konuya ileride akıl bahsinde daha geniş yer verilecektir.

Onun için insan kendini hem yokun yoku, hem varın varı olarak görmelidir. İnsan hem iç, hem dış olduğu için her şeyi kendinde aramalıdır. Bunu yapabilen ve böylece insan durumuna gelenlerin gözünde para, pul, mal, mülk hiçbir anlam ifade etmez olur. Allah, her şeyden vazgeçmiş olan insanın hayatını düzene sokar ve böylelerine, onların kendilerine bakabileceklerinden çok daha iyi bakar…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanda Kemâlâtın Hududu, s. 464





Kesafetten Letafete Yükselmek

27 09 2018

“Biz aslında birer hiçten ibaretiz ama bir Hep vardır ve O, isterse bizde tecelli edip bize her istediğini yaptırır. İsterse yazdırır, isterse okutur, isterse söyletir. O Hep, görünmeyendir.

Gerçekte görünen hayal, görünmeyen asıldır. Görünen de O’dur ama arada mertebe farklılığı vardır. O, bizim beş duyumuzla algılama kapasitemizin üzerine çıktığı için yüksek mertebeleri göremiyor, gözümüzle göremediklerimizi düşünce gözümüzle görmeye çalışıyoruz. Rüyalarımız gibi düşüncelerimizin de iyi ve kötü olanları vardır. Nasıl rüyalarımızın iyi olanları yüksek mertebelere, kötü olanları da alt mertebelere aitse, düşüncelerimiz için de durum böyledir. Düşüncelerimizin de kesafetle ilgili olanları alt mertebelere, letafetle alakalı olanları üst mertebelere aittir. Kesafetten uzaklaştığımız oranda letafete dahil olur ve o âlemde ilerleriz. İşte, miraç denilen olay budur. Yükseklik fikir yüksekliğidir. Muhammed’in fikir yüksekliği, miracında o seviyeyi bulmuştur ki kendisi “Dur yâ Muhammed” hitabına muhatap olmuştur. İşte burası ulûhiyet âlemidir.

İnsanda fikir düzeyi yükseldikçe alt mertebeler unutulmaya başlanır ve insan ulûhiyete kadar uzanır. Sonunda da Mansur gibi “Enel Hakk” der. Bu duruma gelmiş kişiye artık her şey söyletilir ve yazdırılır.

Allah, her insana istidad-ı küllî’den az veya çok istidatla birlikte, kabiliyet (kabul edicilik) de vermiştir. İnsanın kabiliyetinin gelişimi, onun çalışmasına bağlıdır. İş başa düştüğünde her insan bazı şeyleri yapmasını öğrenir. Belki ilk yaptığında başarılı olamayacaktır ama zaman içinde başarı oranını artırır. O konuda istidadı olan, işi çok daha kolay öğrenir ve diğerlerinden daha iyi yapar ama diğerleri de çalışıp kabiliyetlerini geliştirdiklerinde, istidadı yüksek olan kadar başarılı olmasa bile pek de ondan geri kalmayacaktır. Bu da Allah’ın her yerde var olduğunun delillerindendir.

Peygamberimizin istidadı, istidat deryası yanında bir havuz gibidir. Fakat o havuz, istidat sahibi nazarında bir deryadır. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlâna’ya “Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyazıd-ı Bistâmî mi?” sorusunu yöneltip “Tabii Muhammed büyüktür” cevabını aldıktan sonra “Ama Muhammed, Allah’ım istidadımı artır dediği halde, Beyazıd, Benim şanım çok yücedir diyor. Bunu nasıl yorumlarsın?” diye soruşunun nedeni budur. Bu soruya Mevlâna’nın “Beyazıd’ınki Muhammed’inkinin yanında bir havuz gibi kalır ama o kendininkini görüp böyle zannetmiştir. Muhammed ise sonsuzluğunı bildiğinden öyle demiştir” diye cevap vermekle, yukarıdaki sözümüzü teyit etmiştir.

Peygamberimiz’in bu sözü, geçmişi silip sonsuzluğa uzanma arzusunu ifade etmektedir. Aslında istediği yine kendi ilmidir.

İşin aslına bakıldığında, Beyazıd’ın “Benim şanım pek yücedir” sözü sıfât âlemine ait bir söz değildir. Çünkü öyle olsaydı, o da Muhammed gibi sıfâtın sonsuzluğunu bilirdi. Beyazıd’ın sözü Zât mertebesinin ifadesidir ve “Enel Hakk” karşılığıdır. Hazret-i Muhammed ise olayı sıfât açısından, sıfât mertebesinden ele aldığı için bu sözüyle ilim sıfatının sonsuzluğunu anlatmak istemiştir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanda Kemâlâtın Hududu, s. 463





Kendi Kitabını Okumayı Öğrenmek

26 09 2018

“Maddi veya manevi her şey, adeta bir merdiven gibidir. Bu merdivenin her basamağı birer mertebeye delalet eder. Basamaklar çıkıldıkça, insanın mertebesi de yükselir ve görüş açısı genişler. Ama bir an gelir ki insan daha ötesini kavrayamaz olur. İşte bu ve daha sonraki basamaklar ilâhi âlemlere ait olanlardır. Melekûtiyet, ulûhiyet gibi.

İlmin sonu olmadığına göre bize düşen, halimize şükredip neşeyi bulmak olmalıdır. Buna misalen A’mâk-ı Hayal’de bir hikaye anlatılmıştır.

Hikayede, Kambur Felek sırtında bir küfeyle döne döne gelmektedir. Herkesin ondan ve sırtındaki küfeden bir beklentisi vardır. Kimi para, kimi yiyecek, kimi giyecek, kimi de daha başka şeyler istemektedir. Felek gelirken, bir an öyle bir döner ki küfesinde ne varsa, merkezkaç kuvvetiyle etrafa saçılıverir. Bu saçılışta kimine para, kimine elbise, kimine yumurta, kimine de domates isabet eder. Bu arada domates isabet edip suratında patlayan ve yumurta isabet edip suratında kırılanlar olur. Suratında yumurta kırılan, yüzünde domates patlayanın yanına yaklaşır ve kendisi para beklerken nasibine yumurta düştüğünü anlattıktan sonra, eğer karşılıklı anlaşır ve birbirlerinin suratlarını yalarlarsa, en azından menemen yemiş olacaklarını söyler.

Bu hikayedeki olay, esmaların birbirleriyle karşılaşmalarında bazı etkileşimler olabileceğini anlatmaktadır.

Tüm esmalar insanda toplanır. Domates yer, mutlu oluruz; çay içer, mutlu oluruz; ne yersek, ne içersek mutlu oluruz. Ama sonuçta yiyip içtiklerimizin hepsi değişip insan olur, bizde toplanır. Böylece, isimleri değişmiş olur. Bu değişiklik sonucu biz de müsemma, yani isimlerin toplandığı yer oluruz. Sonra, bunlar tekrar dağılırlar.

Bu durum, alınan maddi ve manevi gıdaların vücutta değişik mertebelerden (işlemlerden) geçtikten sonra enerji veya tasavvufi tabiriyle melekûtiyet mertebesine terfi etmesi, bilahare insanın ihtiyaç ve isteklerini karşılar hale gelmesi demektir.

İnsanlar da, bunlar gibi birbirleriyle birleşip karışabilirlerse, birinin domatesi ile diğerinin yumurtası birleşip menemen haline gelir ve o menemenden her iki taraf da istifade eder.

İnsanın, bir kitaptan zevk alması için sadece onu okuması yeterli değildir. Okuduklarını anlayabiliyorsa, o zaman, o kitaptan hoşlanmış, zevk almış sayılır. İnsanın kendi kitabını okuması da böyledir. İnsan, okuduğunu ne kadar anlarsa, kendisinden ve yaşamından o kadar zevk almış olur. Onun için herkesin kendi kitabını okumayı öğrenmesi lazımdır.

İnsan denen bu kitap Allah tarafından yazılmış ve gönderilmiştir. Herkes kendi kitabını okuduğunda, o okuduklarının toplandığı yer Kur’an olur. “İnsan ve Kur’an ikiz kardeştir” denen durum budur.

Evvelce söylediğimiz gibi, her insan Kur’an’dan bir harf, bir kelime, bir ayet, bir sure, bir cüz, belki de kitaptır. Çünkü, Kur’an’da “Kendi Kitabını oku, bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter” <17-14> denmiştir. Bu okunanların tümünün toplanacağı kitap Kur’an’dır. Kur’an’ı hatmeden, insan-ı kâmildir. O zaman insan ve Kur’an ikiz kardeş olur. Bu duruma gelen bir insan, her şey ve herkesle iyi geçinmek zorundadır. Çünkü Kur’an’da lânet ve el kırma da dahil, her şey vardır.

İnsan, kemâle ermedikçe Kur’an’ı anlayamaz. Onu bilen insan olur, bilmeyen ise beşerdir ve yaptığı her şey maymun gibi bilenleri taklitten ibarettir.

Allah’la kul öz itibarıyla bir, göz bakımından ayrıdır. Allah, her insanda birer kitapla görünmüştür. Aklını kullananlar bu kitabı okuyup içinde ne olduğunu bilirler. Geri kalanlar ise rollerini tamamlayıp geri dönerler.

Aslında gelen ve giden diye bir şey yoktur. Kitabını okuyanlar bilirler ve hayat adı verilen rüyalarını iyi tabir eder, iyi rüyalar görürler. Bu nedenle de daima tatlı yiyip tatlı konuşur, gönül yaparlar. Onun için hayatı daima güzelliklerle doldurmak lazımdır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanda Kemâlâtın Hududu, s. 461

 





Kemâlâtın Belirtileri

25 09 2018

“İnsan, taneyi samandan ayırmayı öğrendiği zaman insan olmaya adım atmış olur. Tohum ekildiğinde, önce sapı çıkar ve bu sap, zamanla saman halini alıp hayvan yiyeceği olur. İnsana ait olan, bu sap üzerinde en son oluşan tanedir.

O halde, taneyi yemeye hak kazanabilmek için önce insan olmak lazımdır. Ekilen tane insan-ı kâmildir ve bu taneden yine bir tane çıkacaktır. Taneden tane çıkıncaya kadarki tüm mertebeler, hayvaniyet âleminin malıdır ve bu yüzden ara safhalarda görülenler insan olarak kabul edilemez. İnsanın tane olanı, sadece ve sadece, insan-ı kâmildir. Bu mertebeye gelebilmek için de hayvanlıktan kurtulmak lazımdır.

Bir buğday, tane olduktan sonra bile insanın yiyebileceği duruma gelmek için bir sürü safhadan geçmek zorundayken, insan için daha başka bir kural düşünülebilir mi?

Evvelce, hayvan, melek karışımı olarak nitelendirdiğimiz insan, hürriyetini melekûtiyet tarafına kullanıp kendini geliştirmiş olursa, diğer insanlardan farklı bir karakter yapısı kazanacaktır. Bu durumdaki kimseler, kendi durumlarında olmayanlarla birlikte olmaktan hoşlanmayacak ve onlarla olduklarında adeta azap çekeceklerdir. Bu durum Mesnevi’de, bir merkep sürüsü içinde kalmış ceylan hikayesiyle anlatılmıştır. Hikayede, eşeklerin şakalaşırken tepişmeleri ve o tepişmelerden zevk almaları, buna karşılık ceylanın, onlar zevklenirken bir köşeye çekilip için için ağlaması anlatılmakla, ehl-i tevhidin, avam arasında kaldığı zamanki durumu göz önüne serilmiştir.

İnsanların düşüncelerine göre gruplaşmalarının nedeni budur. Bir cemiyette hocalar hocalarla, meyhaneciler meyhanecilerle birlikte olduklarında, o beraberlikten zevk alırlar. Ehl-i tevhid maddiyatı silmiş olduğu için maddiyata bağlı ve maddiyattan başka bir şey düşünmeyen, maddiyattan başka konuşacak söz bulamayan kimselerle birlikte olmaktan zevk almayacaktır. Böyle bir toplulukta bulunup onlar gibi davransa bile onun davranışı, esas olarak diğerlerinkinden farklı olacaktır. Buna bir örnek yine Mevlâna’nın, Selâhaddin Zerkûbi altın döverken sema’ya başlaması, bilahare Zerkûbi’nin de ona eşlik etmesi olayıdır.

Kemâlâtın bir başka belirtisi, insanın halinden şikayet etmekten vazgeçmesidir. Nasıl vücudumuzdaki organlar birbirinden farklı oldukları halde hiçbiri durumundan şikayetçi değilse, ehl-i tevhid olanlar da durumları ne olursa olsun, asla hallerinden şikayet etmezler ve asla birbirlerine karşı çekememezlik göstermezler. Hepsi hallerine şükredip otururlar. Çünkü bilirler ki Allah, onları, o günkü şartları yaratıp o şartlarda yaşatmakla imtihan etmektedir.

İnsan, mesut olmak istiyorsa her tarafı dost görmelidir. O zaman düşmanı kalmaz ve Hilmi Dede Baba’nın dediği gibi
        Kalmadı gayrı ağyar / Yâr ile doldu deyyar
        Refl olundu kıyl ü kâl / Çün bugün oldu nevruz
olur.

İnsanın bedensel sağlığı için nasıl güneşe ihtiyaç varsa, iç âleminin sağlığı için de hakikat güneşine ihtiyacı vardır. Bu zâhirî güneş, hakikat güneşinin yanında yüz mumluk ampul gibi kalır ama onu da küçümsememek lazımdır, çünkü her âlemin güneşi kendine göredir. Niyazi Mısrî Hazretleri’nin “Her burçta benim bin güneşim, bin kamerim var” deyişi bunu anlatmaktadır.

İnsan, insan olur ve yaratılışına layık duruma gelirse, şeytan bile ondan korkup yanına yaklaşamaz olur. Hazret-i Peygambere yaklaşamayışı ve onun suretine giremeyişinin nedeni budur…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanda Kemâlâtın Belirtileri, s. 459





Halk Olarak Değil, Hakk Olarak Görmek

24 09 2018

“Kötülüklerden kurtulan insan, iyilikler âlemine geçer. Eğer kişi iyiliği de, kötülüğü de kendinde birleştirir ve hiç birine bakmadan yolunda ilerlemeye devam ederse, o zaman “İşte mukarreb olanlar onlardır“a <56-11> dahil olup huzuru bulur. Bunun için insan, sadece maddi âlemde değil, manevi âlemde de evhamdan kurtulup karire (kararlı, yakın) durumuna gelmelidir.

Karire, bir makamın konuşlandığı yer demektir. Kurretil ayn’da da bu kararlılık, yani karire hali vardır.

Kararlılık insan istidadında yaratılıştan vardır. Eğer kişi aşırı hırsa kapılıp bir başkası gibi olmak isterse, o zaman, karar bozulur ve o insan hiç bir şey olamaz. Çünkü bu durum aynen, bir fincanlık cezveden üç fincan çıkartmak için uğraşmaya benzer. O cezveyle ancak bir fincan kahve yapılabilir. Ama üç fincanlık bir cezveyle bir fincan kahve yapmak mümkündür. Bu sebeple insanın kendisini ve kapasitesini bilip ona göre hareket etmesi icap eder.

Memnuniyetsizlik, insanın yukarı bakmasından kaynaklanır. Memnun olmak isteyen insan kendinden aşağıya bakmalıdır. Bu kural herkes için geçelidir.

Allah, manen ve maddeten, her insana bir kapasite vermiştir. İnsan kendini bilir ve bu kapasitesini tam kullanırsa, kendisi için yeterli olur. Ama kişi kendini daha geniş kapasite verilmiş olanlarla kıyaslamaya kalkarsa, o zaman, mutsuzluk ve tatminsizlikten kurtulamaz.

İnsan geliştikçe olup bitenlerin hepsini daha iyi anlamaya ve gördüklerini, cahiller gibi halk olarak değil, gerçekte olması gerektiği gibi, yani Hakk olarak görmeye başlar. Cahiller, bazı şeyleri sadece laf olarak öğrenmişlerdir ve onları tekrarlayıp dururlar. Mesela “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz” <1-4> derler ama oradaki Allah’ı görmezler. Çünkü baktıklarında bir şey görememektedirler. Halbuki, O vardır, insandadır ve bu söz de insana, kalbindekinden, yani kendisine şah damarından daha yakın olandan gelmektedir.

Onun için insan, Allah’ı gayrıda değil, kalbinde aramalıdır. Dışarısı hüvezzahir âlemi, kâinat veya adem aynasıdır. Allah, adem aynasında değil kıdem aynasında görülecektir. Kıdem aynası ise O’nun göründüğü mürşittir. Allah’ı onda görmek, dünyada şühûd etmek demektir. Çünkü irşad eden, O’nun ruhaniyetidir. İşte Kur’an’ın icmalinin insan, tafsilinin kâinat olması budur, bu bilince varmaktır. Bunu bilene secde edin emri verilmiştir. Âdem milyonlarca, belki milyarlarca yıl önce hayal âleminde ilk yaratıldığında, meleklere verilen Âdem’e secde emri, zaman farkından geçildiğinde bugün de geçerliliğini korumaktadır. Bunu anlatmak için “Geç zaman farkından ey can, aynı Âdem, aynı dem” denilmiştir. Zaten insan için de önemli olan içinde bulunduğu demdir.
        Yâd-ı mazi bahşeder hayf-ı âlâm ü keder
        Olma meşgul-ü kader dem bu demdir dem bu dem
beyiti de aynı gerçeği ifade etmektedir.

Kemâlât, insanı rahatlatan unsurların başında gelir. Örneğin, insan bazen gördüğü veya bildiği bir ihtiyaç sahibinin ihityaçlarını karşılamak isteyebilir ama imkânları buna müsait olmadığı için “Ah, elimde imkân olsaydı da yardım edebilseydim” diye hayıflanır. Böyle durumlarda, kemâlât sahibi olanlar “Sen çıkarsan aradan, kalır şeksiz Yaratan” diyerek aradan sıyrılır ve rahatlarlar. Çünkü bilirler ki dünyada kimse tüm ihtiyaç sahiplerinin her türlü ihtiyacını karşılamaya muktedir değildir. Bunu ancak ve ancak Allah yapabilir. Kuvvet ve kudret O’nundur ve O ne yapacağını bizden çok daha iyi bilir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, Kemâlâtın Faydaları, s. 457





Âdem Oğullarına Mükerremiyet Verdik

23 09 2018

“İnsanın ruhsal açıdan gelişmesi de aynı esasa dayandığından zaman zaman iyi düşünce aşıları yapılmış, böylece insanın huzurlu, iyi ve yüksek düşünceli olması için gerekli ortam hazırlanmıştır. Çünkü insan iyi ve güzel fikirlerle beslenirse neşeli ve huzurlu, fenâ ve nefsani fikirlerle beslenirse huzursuz olur ki bu durumda, gelişeceğine, çökmeye başlar. Onun için “Hayır ve şer Allah’tandır” denmekte ve bu husuta seçim insana bırakılmaktadır.

İnsan, Allah’la ünsiyet kuran canlı olduğu için bu ismi almıştır. Başka bir kişiyle ilişki ve dostluk kurulduğunda, o ilişki kurulan kişi bile, gerektiğinde insana torpil olurken, Allah’la ünsiyet kurana Allah ne yapmaz? Bu yüzden, Allah böyleleri için “Âdem oğullarına mükerremiyet verdik” <17-70> buyurmaktadır. Yoksa mükerremiyet insana eti, kemiği, derisi makbul olduğu için verilmemiştir.

İnsan, karşısındaki kişi hangi yaşta, hangi milletten ve hangi dinden olursa olsun, ona hoş nazarla bakmalıdır. Çünkü, bakanın nazarı Hakk ise o nazar karşıda da iyilikle tecelli edecektir. “Bir nigâhı kâfiri mümin eder şüphesiz” mısraı ile anlatmak istediğim bu husustur.

İnsan, iyi ve kötü, her şeyi kendinde cem etmiş (toplamış) olduğu için zaman zaman kabziyet (kapanma, sıkıntı) ve zaman zaman bastiyetle (neşelilik) karşılaşacak, yani bu iki hal birbirini takip edecektir. Ne kabziyet hali, ne de neşe, insanda devamlı olmaz. Çünkü devamlı olursa, o zaman insanlık hali olmaz.

Bakın, vücudumuzda dahi su, ateş, hava ve toprak, yani birbirine zıt gibi görünen unsurlar bir arada bulunmaktadır. Hattâ nefesimizi bile istediğimiz zaman soğutup istediğimizde sıcak olarak verebiliyorken, bir halin devamlı olmasını nasıl bekleriz?

Bu sebeple, bu halleri hoş görmek ve zamanla değişeceğini bilmek, istenmeyen bir halete duçar olunca “neden oldu” dememek gerekir. Zaten denemez de… Nasıl bir ressama “Bu resmi neden çirkin yaptın” diye sorulamazsa, bu da öyledir. Çünkü resme hor bakmaki ressama hor bakmak demektir.

Şu durumda, insana sıkıntılı bir hal geldiğinde bunu hoşnutlukla kabul etmek ve Allah’ın, o hali mutlaka üzerimizden alacağından emin olmak lazımdır. Bu durum sadece fertler için değil, topluluklar, milletler için de geçerlidir. İnsan kalbi bile böyle dönüp durmakta ve bir kasılıp bir gevşemekte değil midir?

Ancak burada kişiye düşen görev, mümkün olduğunca kendini kötülüklerden temizlemektir. Elde olmayan şeyleri çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü put insanın kalbine iki şekilde girer. Bunlardan biri, Allah tarafından verilmiş olan Kâbe’deki putlardır. Bunları ancak oraya koyan kaldırabilir. Bu hususta ferdin yapabileceği tek şey niyaz etmektir.

İkinci grup putlar ise insanların kendi yapıp yerleştirdiği putlardır ki bunlara da “kisbî putlar” denir. Bunlar, bizim yaptığımız hatalı bir iş sonucu duyduğumuz pişmanlıklardır. Örneğin, birine kötü bir söz söyleyip onun kalbini kırmak yahut birinden borç alıp zamanında vermemek gibi… Bu durumda yapmamız gereken şey “gafurürrahim” ve “settarüluyub” olan Allah’a tövbe etmek, O’ndan yardım istemektir.

Bu durumda tövbe etmek, namazda yapılan hatayı telafi etmek için secde-i sehv eder gibi davranışlarımızdaki hata için de secde-i sehv yapmak, yani kalbini kırdığımız kişiden özür dilemek veya borcumuzu ödeyemediğimiz kişiye gidip durumumuzu anlatmak ve ondan biraz daha mehil (süre) istemektir. Bunları yapıp kırdığımız kişiden özür dileyerek onun gönlünü almamız veya alacaklımıza durumumuzu anlatıp ondan yeni bir mehil almamız, bu kısbî putlarımızın kaldırılması demektir. Bu konularda bize yine Allah yardımcı olacaktır. Böyle olduğu içindir ki
        İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah
        Doğruların yardımcısıdır Hazret-i Allah
denmiştir. Ancak bu yardımda Allah’ın, insanın niyetine bakacağını da akıldan çıkartmamak gerekir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, Kemâlâtın Faydaları, s. 455





Bilen ile Bilmeyen Arasındaki Fark

22 09 2018

“İnsan, tabiatıyla, bedenen eskiyecek ve ihtiyarlığında gençliğindeki gibi olmayacaktır. Ama kendini bilen kişi bu eskime devresinde yavaş yavaş eski düşüncelerini atıp yeni düşüncelere sahip olmak suretiyle kendini yenilemiş olduğu için gittikçe gençleşmiş, nura ve aydınlığa yaklaşmış, hattâ kavuşmuş olacaktır. Bu da, onun ruhen tekamül etmesi demektir. Bu tekamülünü ömrü boyunca sürdürecektir. Hazret-i Peygamber bile her gün bir önceki gününe istiğfar etmiştir. Bu davranışı O’nun her gün bir sayfayı kapatıp yeni bir sayfa açtığının göstergesidir. Zaten kendisi de “İki günü bir olan insan hasrettedir” <103-2> ayetiyle bunu anlatmıştır. Bunun anlamı, her insanın, her gün, bilgi hazinesine yeni bir şeyler eklemesinin gerekli olduğudur.

İnsana tabiattan bir örnek vermek gerekse, en uygun örnek incir olabilir. İncirin tazeyken gergin ve pürüzsüz bir cildi vardır. Bu cilt, incir yaşlanıp suyu çekildikçe pörsümeye başlar ama kuru incir daha tatlı olur. Çünkü yaşlandıkça sululuk oranı azalmış, kemâlâtı artmıştır. İnsana tatlılığını veren, ondaki kemâlâttır. İnsanın kemâlâtı ne kadar fazla olursa, tatlılığı da o kadar fazla olur.

Bu basit örnek bile güzelliğin dışta değil, içte olduğunu göstermeye yeterlidir. Dıştaki güzellik geçicidir. İnsanın iç güzelliği, bu incir örneğine uymaktadır. Nasıl incir kurudukça olgunlaşıyor, tatlanıyor ve yere düşüyorsa insan da böyledir.

Ben, ruhun taşkınlıklar yapmasına karşıyım ve bu sebeple her şeyi kıvamında bırakıp aşk kazanının bile fazla kaynayıp kapağını attırmamasına çalışıyorum. Bu da ancak sevgiyi, belli etmeden içte tutmakla mümkündür.

İnsan içiyle, dışını dengelemek durumundadır. İç âlemin ağır basması pek önemli değildir, çünkü orası “Her kim zerre kadar hayır işlerse onu görecek” <99-7> tarafıdır. Dış, bedensel veya nefsani taraf ise “Her kim zerre kadar şer işlerse onu görecek” <99-8> tarafıdır. Hayır tarafının biraz ağır basmasında fayda olduğu için insanın biraz az beslenmesi ona fazla zarar vermeyecektir. Zaten Allah kimsenin canını vakti gelmeden almaz.

Hal böyle olmasına rağmen, cemiyette ileri derecede bedensel ve zihinsel çöküntü içinde olan pek çok yaşlı kimse vardır. Onların bu durumları, genelde, bilinçsizliklerinden kaynaklanmaktadır.

Bilen bir insanla, bilmeyen arasında sadece bilgi açısından değil, öğrendiklerinin ışığında bedenine bakması açısından da pek çok farklılıklar olacaktır. Şöyle ki, bilen insan, Allah’ın gösterdiği yoldan gideceği ve kendine zararlı şeylerden kaçınacağı için bedensel olarak da bilmeyenden daha iyi durumda olacaktır. Hayatı boyunca zararlı olduğu için nehy edilen (yasaklanan) şeylerden sakınmış olacağından bedenine, aksine hareket edenlerden daha iyi bakmış olacaktır. Zaten, Allah’ın yasakladıkları, bedene zarar verebilecek olan şeylerdir.

İnsan, kâinat ağacının meyvesidir. Bu meyvenin iyi gelişebilmesi için ağacı zamanında ve yeterince sulamak gerekir. Su fazla gelir veya tuzlu yahut zehirli sularla sulanmaya kalkılırsa, meyve ile birlikte ağaç da çürüyeceği için Allah zaman zaman peygamberler gönderip bu bilgisel sulama işini yürütmüştür…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, Kemâlâtın Faydaları, s. 454





Kemâlâtın Faydaları

21 09 2018

“İnsan, düşünmesini bilirse Hakk’ı her zerrede görüp tevhide ulaşabilir. Bu zerre Yunus Emre’deki gibi bir sarı çiçek, benim verdiğim örnek gibi bir saat veya bizzat insan, yer, hava yahut bir hayvan olabilir. Çünkü Bir’in bilinebilmesi için mutlaka ikiye, yani bir de aynaya lüzum vardır. Bir, ancak ikiyle zuhur eder. Öyle ya, anne ve baba olmasaydı çocuk nereden zuhura gelecekti?

Bu izahattan da anlaşılıyor ki kemâlât, insana her karşılaştığı şeyde tevhidi hatırlatmakta ve her şeyi tevhid açısından yorumlamasını sağlamaktadır. Tevhidi bilen her kimse, saate baktığında bile onun çalışma mekanizmasıyla bir atomun yapısı arasındaki benzerliği görebilmekte, saatin akrep ve yelkovanının, tıpkı bir atomun çekirdeği ile, o çekirdek etrafında dönen elektronlara benzediğini anlayabilmekte yahut insanların Hakk’ın etrafında dönüp durduğunu, O’nu tavaf ettiğini sezebilmektedir. Buna ilaveten, tevhidi bilen nazarında saatin altı oluşu, tam bir üstüvagâh oluşturmakta ve Hakk ile kulun karşı karşıya geldiği cem-ül cem mertebesini çağrıştırmaktadır. Keza saat tam on iki olduğunda, yani akreple yelkovan üst üste gelerek birleştiklerinde, zeval olmakta ve gölge kaybolmaktadır. Gölge kaybolunca namaz kılınmaz. Bunların ne demek olduğu ileride ibadet bahsinde daha teferruatlı olarak anlatılacaktır.

Buraya kadar anlatılanlardan çıkan sonuç şudur; Allah hesapsız iş yapmaz. Ne yapıyorsa bilerek yaptığı içindir ki Kudret-i ilâhiye’ye kimse tam olarak vâkıf değildir. Kullar, ancak kendilerine bildirildiği kadarını bilebilirler. Çünkü insanlar Zât’ı tam olarak bilselerdi, belki de rüzgara, güneşe ve tabiata karışmaya kalkıp her şeyi altüst edebilirlerdi. Bu nedenle Allah “Allah, sizi zâtını düşünmekten men eder” <3-28> buyurmaktadır.

İnsan bu âleme “Âdem oğullarına mükerremiyet verdik” <17-70> hükmünce en mükerrem varlık olarak gelmiştir. Fakat bunun idrakinde olmadığı için daima fenâ işlerle uğraşmayı tercih etmektedir. Farkına varıp yola girse, demirin mıknatıs tarafından çekilişi gibi, yolunda ilerlemeye devam eder. İnsan veya demir için önemli olan, bir kez mıknatısın çekim alanına girebilmektir. Ondan sonra hasta da olsa, sağlıklı da olsa, hattâ ölse de neşesi yerinde olacaktır. Ölüm kendini bilmeyenler içindir. Bilen kişi için “Müminler ölmezler, dünyadan ahirete intikal ederler” hükmünce ölüm diye bir şey yoktur. Bilmeyenlerin “ölüm” dedikleri olay, bilenler için bir metamorfozdan yahut bir intikalden ibarettir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Eğitilme Amacı, Kemâlâtın Faydaları, s. 452





Akrep Hakk’a, Yelkovan Kul’a Benzer

20 09 2018

“İnsanları ilâhi âleme yaklaştıran faktörlerin başında asalet gelir. Çünkü biraz önce de söylediğimiz gibi her şey aslına rücu edecektir. “Her şey aslına ulaşır” bunu belirtmektedir. Burada, halk arasında kan çekmesi diye nitelendirilen genetik faktörlerin de rolü vardır. Genetik yolla nakledilen karakterler, sadece bedensel benzerlikler değildir. İnsanların huyları, karakter ve ahlak yapıları, yani manevi özellikleri de bu yolla intikal etmektedir. Ne mutlu o Tûbâ Ağacı, Cennet veya Mutluluk Ağacı yahut Şecere-i Tûbâ denen ağacın meyvesi olan kişilere…

İnsan eğitilip kemâlâtı arttıkça karşısındakinin hareketlerinden, duruşundan ve davranışlarından anlam çıkartmaya başlar. Kemâlâtı arttıkça, insanın iç âleminde de iyiye doğru değişimler başlar. Yani Allah, onun iç âlemini değiştirir, acıyken tatlılaştırır. Gerçi, insan acı da olsa, tatlı da olsa kendi halinden memnundur ama nasibi var da tatlılaşırsa, ondan başkaları da memnun olmaya başlar. Tabii, bu tatlılaşma da kişinin nasibi kadar olacaktır.

Her insanın çilesi dayanabileceği kadardır. Zaman olur ki insan “Ben bu kadar zaman bunlara nasıl dayanabildim” diye düşünmeden edemez. Örneğin ben tam elli altı yıl saatçilik yaptım. Saatçilik ince ve devamlı dikkat isteyen bir iş olduğu için bu kadar yıl masa başında oturup sadece önüme bakmam gerekti.

Saatlerin direği ve pandülü en ufak bir dikkatsizlikte kaybolup gidiverir. Ama ben, bu mesleğin faydalarını da gördüm. Sıdk ve sadakatle çalıştığım için hem her müşterimi memnun ettim hem de büyük dualar aldım.

Önce saatin “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” olan zembereğini kurmak, sonra da dişlilerindeki intizamın devamlılığını sağlamak icab ettiğini öğrendim. Bir saatin en önemli çarkı orta çarktır. Bu, bir saat zarfında devrini tamamlar. Yan çarkın devri on dakikada, saniye çarkının devri bir dakikada tamamlanır. Çelik çark, darbeyi yiyen yerdir ve on saniyede bir devir yapar. Pandül açılıp kapandıkça tablayı, adeta “hepsi benim” dercesine bir sağa, bir sola döndürür ve maşayı iterek onun iki tarafa da selam vermesini sağlar. Bütün bu aksamın vazifesi, ortadaki çarka görevini yaptırıp gücü akrep ve yelkovana iletmektir. Yelkovan çarkı saatte bir döner. Bir de akrep çarkı vardır ki o da on iki saatte bir devir yapar. Bu, hiç güç almayan, pasif bir çarktır. Tıpkı bir atom çekirdeği gibi sabittir ve diğer tüm çarkalar bunun etrafında, elektronlar gibi dönerler. Bunlardan akrep, Hakk’a, yelkovan da kullara benzetilebilir. Akrebin dönmesini sağlayan çarka “avara çarkı” denir. Bu çarkta en ufak bir sıkışma olması, hareketi ve saatin çalışmasını durdurur. Bu görünüm insana, Kabe’yi tavaf edenleri hatırlatır.

Bir saatin kula tekabül eden yelkovanı düşüp kaybolursa saat çalıştığı sürece, beş ilâ on dakika farkla zamanı tayin etmek mümkündür. Ama evvelce söylediğimiz gibi Hakk’a tekabül eden akrebi düşerse, saatin kaç olduğu anlaşılamaz. Burada insanın aklına “Madem ki tek başına akreple zaman tayin edilebiliyordu, o halde yelkovana ne gerek vardır” diye bir soru takılabilir. Bunun cevabı “Bilineni dakikleştirmektir” diyerek verilebilir. Yelkovan, tetkik âlemi için gereklidir, tıpkı insan gibi…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Eğitilme Amacı, s. 451





Haşrı Neşri Burda Gördük Nefha-yı Sûr Olmadan

19 09 2018

“Eğitilmiş insan, kendi elinde bir şey olmadığını öğrendiği için var ile yoğu bir tutabilen ve Allah verdiği zaman gülümseyen, vermediğinde üzülmeyen insandır.

İnsanın “yok”u hazmetmesi zordur. Çünkü mânânın hazmı zor, maddenin hazmı kolaydır. Maddi hazımsızlıklarda doktorlar bazı ilaçlar vererek bunu giderirler ama manevi hazımsızlıklarda insanın yüreğinde bir sıkıntı, beyninde bir yanma ve tüm vücudunda bir gerginlik, bir kasılma olur ve mesele halledilinceye kadar da bu bulgular kaybolmaz. Bundan kurtulmanın yolu, Allah’a dayanmak ve O’na “Ey halden hale geçiren Allah’ım. Sen benim halimi güzelleştir, güzel hale çevir” diye dua etmektir. Zaten başka çare de yoktur.

Bu konuda insana yardımcı olacak bazı meclisler vardır. Oralara gidebilenler ferahlar. Ama böyle imkânı olmayanlar için en basit ve kolay bulunabilen rahatlama yöntemi, anaokulu öğrencilerini, çok daha saf ve temiz oldukları için, beş veya on dakikalık teneffüslerde seyretmektir. Bu çocuklar son derece masum ve günahsız oldukları için onların neşe ve zevkleri, seyredenlere de yansır ve kendilerini seyredenleri nispeten ferahlatır. Çünkü insanların ruhsal durumları birbirini etkiler.

İnsan, ne kadar yaşarsa yaşasın, sonunda “Biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz” <2-156> hükmünce aslına, yani Allah’a gidecektir. Tüm semavi kitaplar böyle yazmaktadır. Gidilecek O’ndan başka ve O’nsuz bir yer yoktur. Böyle olduğunu da O, “De ki: O Allah birdir, Allah sameddir, doğmamıştır, doğurmamıştır ve O’nun hiçbir eşi de yoktur” <112-1, 2, 3, 4> diyerek belirtmektedir. Bizim Allah inancımız budur. Dinin geri kalan kısmı kurallardır, O’na yaklaşmak için erkândır, vasıtadır. Ancak insanın O’na yaklaşabilmesi için ilk şart, benliğini yok etmesidir ki bu da düşünsel bazda yapılacaktır. İşin maddi sonucu istesek de, istemesek de değişmeyecektir. Çünkü, bizim ömür dediğimiz ve çok uzun gibi gördüğümüz süre, Allah nazarında “şimşek çakımı kadar” olan bir andan ibarettir. O halde insan, bu kısa süre içinde içte ve dışta sonu olmayan ilimden, ilim bahsinde anlattığımız gibi kendi nasibi ve kendini kurtaracak kadarını almaya çalışmalıdır.

İnsan, nasıl dönüp dolaşıp geldiği yere gidecekse, bu âlemde yaptıkları da, tıpkı bir havuza atılan taşın meydana getirdiği dalgaların, havuz duvarına çarpıp tekrar başlangıç noktasına dönüşü gibi, dönüp dolaşıp kendisine ulaşacaktır. Çünkü her şey kendinden kendinedir ve yapılan her hizmet Hakk’a yapılmış demektir. Hakk da insanın kalbinde tecelli ettiği için kişi kendine hizmet etmiş olur. Bu sebeple insan, bir şey yapmadan, bir adım atmadan önce çok iyi düşünmeli ve iyilik olsun, kötülük olsun, başkasına yapacağı her şeyin dönüp dolaşıp kendine rücu edeceğini idrak etmelidir. Halk arasındaki “İnsan ekin ekerse ekin, diken ekerse diken çıkar, o da bir gün kendi ayağına batar” özdeyişinin anlatmak istediği gerçek budur. Bir radar durumunda olan insanın düşünceleri, kâinata aksettikten sonra tekrar kendine dönecektir. Bu dönüş sesli de olabilir ki öyle olduğunda Osman Nuri Dede’nin tabiriyle “hâtif dakk etmiş” (gaipten ses duyulmuş) olur.

Yarasaların karanlıkta hareket etmesini sağlayan radar mekanizmasının ana prensibi budur. Bunu bir şiirimizde “Haşrı neşri burda gördük nefha-yı sûr olmadan” diyerek ifade etmiş ve böylece her şeyin bir açılma, bir kapanmadan veya haşır ve bir neşirden ibaret olduğunu anlatmaya çalışmıştım…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Eğitilme Amacı, s. 449