Elbisen Ne Taraftaysa O Tarafa

30 04 2019

7-Elbisen Ne Taraftaysa O Tarafa

Latîfe:
Gusletmek için Akşehir gölüne giden biri, Hâce’ye sormuş:
-Hocam! Gusül abdesti alırken ne tarafa döneyim?

Hâce hemen cevap vermiş:
-Elbiselerini nereye çıkarırsan o tarafa!

.

Şerh:
İsmail Emre bu latîfeyi şöyle mânâlandırıyor… Umumî anlayışımız, din meyvasının ekseriya kabuğunu kemirmektedir. Elbette ki kabuğu kemirmekle (iç)in lezzeti alınamaz. Meselâ, abdesti, elimizi, yüzümüzü ıslatmaktan ibaret bir iş zannederiz. Bu yüzdendir ki abdest alırken yüzüğü hareket ettirmeli mi, ettirmemeli mi diye yıllar yılı münakaşalar, mübâheseler etmişizdir. Oysa ki, Peygamberimiz, yıkanmayla ilgili dinî ahkâmın gayesini (Temizlik imândandır.) diyerek desturlaştırmıştır. Keza, bir dakika içinde, sanki arkamızdan atlı geliyormuş gibi acele acele kıldığımız namazların (huzur) gayesiyle yâni Allah’ın huzurunda bulunmak gayesiyle ne alâkası vardır?

Demek ki biz, şeklî hareketlerden ibaret zannettiğimiz ibadetleri yaparken, yahut dinî kaideleri anlarken onların hikmetlerinden uzaklaşıyoruz. İşte Hâce Nasreddin, guslün ve dolayısiyle dinî ahkâm ve ibadetlerin birer hikmete birer sebebe dayandığını anlamayan bizlere sebebini anlamadan filân tarafa döneceğiz diye elbisemizi çaldırıp çırılçıplak kalmaktansa, hem gusledip, hem de elbiseye bakmanın en uygun hareket olacağını anlatmak istiyor. Çünkü guslün gayesi filân tarafa dönmek değil, pisliklerden temizlenmektedir. Çıplak kalan insan, ibadet bile edemez.

Kaynak: İsmail Emre Kütüphanesi, http://www.ismailemre.net
Görsel Kaynak: Mahmut Kaya, Minyatürlerle Nasreddin Hoca Manzum Fıkralar





Ömrü Vefa Etmedi

24 04 2019

6- Ömrü Vefa Etmedi

Latîfe:
Bir kış mevsiminde Hâce Nasreddin darda kalmış ve kendi kendine, “Acaba şu eşeğin arpasını kıssam nasıl olur?” diye düşünmüş.

Her gün eşeğin yemini biraz azaltmış. Eşekte bir değişiklik göremeyince yemi azaltmaya devam etmiş.

Günün birinde, ahıra girince eşeğin nalları diktiğini görmüş.

Hâce, durumu görünce hayıflanmış, ” Yazık oldu, eşeği tam açlığa alıştıracaktık ki ömrü
vefa etmedi” demiş .

.

Şerh:
Letafet letafetle, kesafet kesafetle karışabilir. Letafetle kesafet birbiriyle karışamaz. İki sıvı ve iki gazı karıştırmak mümkündür ama taşla suyu karıştıramazsınız. İnsanın da latif âlemle karışması ve o âleme geçebilmesi için latifleşmesi, en azından latifleşmeye çalışması gerekir.

İnsandan duyan, gören, bilen ruhtur. Beden, bu ruhun zarfı gibidir. Zarf yırtılmadan mekup okunmaz. Ama zarf çok incelir ve şeffaflaşırsa, o zaman mektubun bazı kısımları dıştan da okunabilir hale gelir ki buna zarfın veya bedenin ruhlaşması denir. Aşırı riyazatla elde edilen budur. Ayrıca ağır hastalıklar sonucu eriyen hastaların gördüğü hallüsinasyonlar da bu incelmeden olur.

İnsan bedenden kurtuldukça ruh âlemine geçmeye başlar. Bu geçişi gerçekleştireyim derken ölüp temelli gidenler de çoktur. Nasreddin Hoca bunları anlatmak için eşeğin arpasını azalta azalta hayvanı öldürmüş ve soranlara “Tam yemeden yaşamaya alışıyordu, ömrü vefa etmedi” demiştir…

Ruhu görebilmenin iki yolu vardır. Biri düşüncede görmek, diğeri riyazatla ileri derecede zayıflayıp ruh haline gelmektir. Bu ikinci durumda görülen de yine insanın kendi içindekiler, yani kendi düşünceleri olacaktır…

Oruç, riyazat, çile çıkartma diye nitelendirilen, az gıdayla beslenme ve sıkıntı çekme yöntemleri, mânânın kesifleşmiş şekli olan maddeyi, yani bedeni inceltip tekrar mânâ haline döndürebilmek için geliştirilmiştir.

“İnsan ruh ve bedenden oluştuğu için, bedenden kurtuldukça ruhlaşacaktır” düşüncesi ve bunun gerçekleştirilme yolu olarak kabul edilen riyazat, hemen tüm dinlerde vardır. Riyazata girilip beden zayıfladıkça ruh gücünün arttığı kabul edilir…

Latîfe Kaynak: Dr. Mustafa Duman, Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası
Görsel Kaynak:
Ahmet Yakupoğlu, Minyatürlerle Nasreddin Hoca Hikayeleri
Şerh:
Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 2. Kitap, Ruh ve Bedenle İlişkisi, s. 58-59; 4. Kitap, Riyazat, s. 275.





Fincancı Katırları

19 04 2019

5-Fincancı Katırları

Latîfe:
Bir gün Hâce Nasreddin kabristan civarında gezerken nasılsa ayağı kayar, bir eski kabrin içine düşer. Çıplak tenine, gömleğine varınca toz toprak içinde kalan elbisesini çıkarıp üstünü başını temizlemeğe, düzeltmeğe uğraşır. O anda hatırına gelir ki, şurada ölü sanarak Münker-Nekir gelir mi?

Hâce bu halde iken ileride katırcılar hayvanlarını süratle sürerek mezaristana erişmiş bulunurlar. Hâce yüzlerce çan sesini, hayvan gürültüsünü, katırcı şamatasını birdenbire anlamayarak, “Eyvah! Ne aksi zamana tesadüf ettim. Kıyamet kopuyor!” diyerek şaşkınlıkla biraz öte beri çabalanıp nihayet mezardan dışarı fırlar, kaçmak ister.
Katırlar da tam o hizaya tesadüf eylediklerinden Hâce’nin böyle alelacayip bir kıyafetle mezardan fırlamasınan katırlar ürkerek karmakarışık olur, birbiri üstüne yığılırlar. Yükleri olan kase, billur, fincan, tabak makülesi eşya bütün hurdahaş olur.

Katırcılar şaşalayıp sopalarıyla Hâce’nin üzerine hücum eylerler, “Sen kimsin, burada ne ararsın?” derler.
Hâce fıtri tuhaflığı icabı olarak, “Ehl-i ahiretim, dünyayı seyre çıkmıştım” demekle yobaz herifler, “Dur! Biz sana bir hoşça seyran ettirelim” diye Hâce’yi bir iyi dövüp başını gözünü yarmışlar.

Hâce bir zahmet ve meşakkatle gece yarısı eve dönmüş. Karısı, “Bu ne hal, şimdiye kadar nerede kaldın?” diye sormakla, “Mezara düştüm, ölülere karıştım” demiş.
Karısı olanca safvetiyle, “Öteki dünyada ne var ne yok?” diye sorunca Hâce cevaben, “Fincancı katırlarını ürkütmezsen bir şey yoktur” demiştir.

.

Şerh:
Yoldan çıkanlar ikaz edilir, hattâ anne ve babalarından dayak bile yerler. Salikler de bu kurala tabidirler. Bu durumu Nasrettin Hoca: “Fincancı katırlarını ürkütme” hikâyesiyle mizahî olarak anlatmıştır. Dayağı, katırları ürküten yer, çünkü mezarından baş kaldırmıştır. Aynı durum: “Ben oldum” diye havalara girenlerin başına da gelir.

Bu, sonu gelmeyen bir kervandır. Herkes şıngır şıngır geçerek, görevini yapacaktır. Bu yolda ölen, kurtulur. Hoca’nın, katırlar geçerken, münkir, nekir melekleri geliyor zannıyla birden doğruluvermesiyle, katırlar ürkmüş ve sırtlarındaki züccaciye eşyası olan yük kırılmış. Hoca da katırcılardan dayağı yemiştir. Gelenler sual melekleri dahi olsaydı, (ki öyledirler) Hoca, başını birden kaldıracağına, onları ürkütmeden, yavaş yavaş doğrulup, kalksaydı, o dayağı yemezdi.

Onun için biz, dayak yememek için yavaş yavaş doğruluyoruz. Allah’ın işine hiç karışmayız. Çünkü, fincancı katırları da dahil, hepsi lâzımdır. Onlar olmasa fincanları kim taşıyacaktır? 

Latîfe ve Görsel Kaynak: Ahmet Yakupoğlu, Minyatürlerle Nasreddin Hoca Hikayeleri
Şerh: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 4. Kitap, Mürşitler Müritlerini Nasıl Eğitir?, s. 230





Bilenler Bilmeyenlere Öğretsin

14 04 2019

ahmed-yakupoglu-nareddin-hoca-cemaate-hitap-ediyor.jpg

Latîfe:
Hâce Nasreddin Efendi Hazretleri bir gün va’z içün kürsiye çıkub, “Ey müslümanlar ben size ne diyeceğim bilür müsiz?” dir.
Cemâat, “Bilmeyiz” dirler.
Hâce, “Siz bilmeyince ben size ne söyleyim” dimiş.

Bir gün yine kürsiye çıkub, “Ey müslümanlar ben size ne söyliyeceğim, bilür müsiz?” dir.
Anlar, “Bilürüz” deyince, Hâce, “Siz bildikten sonra ben ne söyliyim” diyüb kürsiden inüb gidince, cemâat teaccübde kalub, bir dahi çıkarsa bazılarımız bilürüz, bazıları bilmeyüz dimeğe karar vermişler.

Hâce bir gün yine kürsiye çıkub, “Ey karındaşlar, ben size ne söyliyeceğim bilür müsiz?” dediğinde, anlar dahi, “Kimimiz bilür, kimimiz bilmeyuz” deyince, Hâce “Ne güzel, bilenler bilmeyenlere öğretsün” dimiş.

.

Tercüme:
İşaret buyurmuşlar ki, “Sizler imamsınız. Va’z iki nev’idir. Biri söyler va’z, biri söylemez va’z ziyade müessirdir. Varın gasl tahtasına çıkmış mevta lisân-ı hal ile size ne nasihat eyler, andan mütefettin olınız diyu “Usmut sükuti ve mûtu kable en temûtû” (Sessizce susun ve ölmeden önce ölün.) sırrına mazhariyeti işaret buyurmuştur. Ve ikinci radde, madem ki siz hakayıkı müdriksiniz, niçün bildiğiniz ile âmil olmasınuz. Ben ne söylesem tesir etmeyecek “El akılu lâyetekellemu ille’l-hoca” (Akıllı kişi, ancak gerektiğinde konuşur.) mefhumunca bildiğiniz ile amil olup ilminizi (ziyade) idün tatvil-i kelamdan men iderler. Üçüncü perde; âlim olanlarda amel olmadıkça va’z-ı nasibi kâr itmez. Bir fazıl, mürşid-i kamil bulub bilmediğinizi öğrenüb bilmeyenleri dahi agâh idün” dimek murad iderler.

(İşaret buyurmuşlar ki, “Sizler imamsınız. Va’z iki türlüdür. Birisi sözle yapılan va’z, biri sözsüz va’z. Sözlü va’zdan sözsüz va’z çok daha etkilidir. Varın gusül tahtasına çıkmış ölü, hal dili ile size ne nasihat eyler ondan açıklanma almış olunuz. Bununla “Sessizce sus ve ölmeden önce ölün” sırrına ulaşmayı işaret buyurmuştur. İkinci olarak, mademki siz hakikatleri tam anlamışsınız, niçin bildiğinize göre iş yapmazsınız. Ben ne söylesem tesir etmeyecek. “Akıllı kişi ancak gerektiğinde konuşur” sözünün anlamına göre bildiğinizi işleyip ilminizi artırın (deyip) sözü uzatmaya engel olurlar. Üçüncü olarak, alim olanlar işlerini ilimlerine uygun yapmadıkça, nasihat eden va’z kâr etmez. Bir faziletli, olgun yol gösterici bulup bilmediğinizi öğrenip bilmeyenleri de uyandırın” demek isterler.

Kaynak: Seyyid Burhaneddin Çelebi, Hâce Nasreddin Latîfesiyle Burhaniye Tercümesi,[Hazırlayan: Prof. Dr. Fikret Türkmen]
Görsel: Ahmet Yakupoğlu, Minyatürlerle Nasreddin Hoca Hikayeleri





Bostan

11 04 2019

3-Bostan

Latîfe:
Bir gün Hâce Nasreddin bir bostana girüb havuç ve şalgam, ne ki buldu ise çuvala ve koynuna toldururken bostancı bunu tutup, “Bunda ne ararsın?” dedikte Hâce şaşırub, “Geçen bir şedid (şiddetli) rüzgar esti, beni buraya attı” cevabını vermiş ise de bostancı, “Yahu bunları kim yoldu?” diyince, “Rüzgar şedid olduğundan, beni ordan oraya attı. Neye yapışdım ise elimde kaldı” dedikte, bostancı, “Ya bunları çuvala kim toldurdu?” diyince, cevabında “Bende anı tefekkür iderdim” demiş.

.

Tercüme:
Bu zıll-ı hayat gibi olan dünyada bilâ tefekkür emtâ ve erzak toplayub, helâl, haram seçmeyüb iddihat ve tul-ı emel ile ferdayı düşünmiyen kimseler yarın bağban-ı hakîkî olan Cenâb-ı Kibriya divanında, öye eğri büğrü sözler ile kabul olmayacağından başka meşru ve gayr-ı meşru olarak iddihar etmiş oldukları emval ve erzak içün hin-i hesabda bir cevap viremeyüb meyus kalacaklar bu vartalara uğramaktan ise şimdiden tefekkür idüp hukuk-ı ibâdı üzerinden iskat ve taib müstağfir olup Cenâb-ı Kibriya’dan mağfiret talebi irad ve tenbih buyurur.

(Bu, hayal gölgesi gibi olan dünyada düşünmeksizin mal ve erzak toplayıp, helal haram seçmeyip biriktirerek, aşırı isteklerle yarını düşünmeyen kimseler, yarın hakikat bahçesinin sahibi olan Yüce Tanrı’nın divanında öyle eğri büğrü sözler ile kabul olmayacakları gibi, meşru ve gayrımeşru olarak biriktirmiş oldukları mallar ve erzak için hesap anında bir cevap veremeyip üzüntü içinde kalacaklar. Bu vartalara uğramaktan ise, şimdiden düşünüp insan hukuku üzre reyinizle (ölmüş) sadaka dağıtma(nızı) ve tövbe istiğfar etmiş olup, Yüce Tanrı’dan bağışlanma talebin (de bulunmamızı) söyler ve tenbih buyururlar.)

Kaynak: Seyyid Burhaneddin Çelebi, Hâce Nasreddin Latîfesiyle Burhaniye Tercümesi, [Hazırlayan: Prof. Dr. Fikret Türkmen]





Körler Sudan Nasıl Geçsin?

3 04 2019

2-Körlerin Sudan Geçmesi

Latîfe:
Yedi kör bir nehir kenarına gelmişler karşı tarafa geçmek istiyorlar fakat nehrin geçit yerini bilmiyorlar, göremiyorlar.
Orada beklerken ayak seslerinden anlıyorlar ki, bir adam suyun öbür yakasından kendilerine doğru geliyor.

Soruyorlar, “Sen kimsin?”
Adam diyor ki, “Ben Hâce Nasreddin’im”.
Körler, “Madem sen suyun geçidini biliyorsun, bizi de geçir, sana para verelim” diyorlar.
Nasreddin onları, “Olur, adam başına iki mangır alırım” diye yanıtlıyor.
Körler razı oluyorlar.
Nasreddin, “Gözü bir parça ışık gören, elimden tutsun” diyor.

Körler Nasreddin’in dediği gibi yapıyorlar. Nasreddin önde, körler arkada, el ele nehrin ortasını bulunca, sondan iki körün ayakları kayıyor, suya gidiyorlar.
Arkadaşları feryadı basıyor, “Aman iki arkadaşımız suya gitti!”
Nasreddin onlara dönerek diyor ki, “Siz de birkaç mangır eksik verirsiniz…”

.

Şerh:
İsmail Emre bu latîfeyi şöyle mânâlandırıyor… Bu âlem hiç durmadan akan Zaman Nehri içinden geçen bir geçittir. Bizler de, eğer Hakikati anlamamış, Rabbimizi görememişsek, birer körüz; yani akıl gözümüz kör demektir. Kur’ân da böyle söylemiyor mu? Burada kör olan, âhirette de kör, demiyor mu?

Hz. Ali, “Ben görmediğim bir Rabbe ibâdet etmem” diyor.

Hz. Muhammed de, “Lev lelmürebbi mâ areftü Rabbi ” diyor. Yani, “Mürebbim olmasaydı, Rabbimi bilemezdim” diyor.

Eğer biz de bir Mürebbî’nin elini tutmazsak, bu geçidi geçemeyiz. Geçidi geçemeyenlerin kıymeti de iki mangırdan ibâretmiş!

Kaynak: İsmail Emre Kütüphanesi, http://www.ismailemre.net





Ev

1 04 2019

1-Ev

Latîfe:
“Hâce Nasreddin’in bir evi varmış.
Nasreddin bir gün evine diyor ki, “Sen artık adamakıllı eskidin, neredeyse yıkılacaksın. Bâri bana ne zaman yıkılacağını haber ver de altında kalmayayım.”
O da, “Peki” diyor.

Aradan epeyce bir zaman geçiyor. Bir gün ev yıkılıveriyor.
Bereket versin ki ev yıkıldığı zaman, Hâce Nasreddin içinde değilmiş.
Akşam Nasreddin geliyor, bakıyor ki ev yıkılmış.

Eve, “Hani sen bana ne zaman yıkılacağını haber verecektin?” diyor.
O da, “Ben sana çok söyledim ama sen anlamadın. Bir gün duvarım çatladı, bir gün sıvalarım döküldü. Bunlar hep sana benim yıkılacağımı haber veriyordu. Bizim dilimiz böyledir” diyor…

.

Şerh:
İsmail Emre bu latîfeyi şöyle mânâlandırıyor… Evi insan vücuduna benzetsek olmaz mı? Evin yıkılması da ölüm olsun. Duvarın çatlaması, sıvanın dökülmesi filân da hastalanmamıza, saçlarımızın, dişlerimizin dökülmesine benzetilemez mi?…

Emre, latîfenin gerçek manasını şu sözlerle tamamlıyor… Bu vücut binası, bir gün nasıl olsa ölüm zelzelesiyle yıkılacaktır. İş, bu ev yıkılmadan -ölmeden evvel ölerek- Ebedî Ev’e (Emin Belde’ye), yani bir kâmil insanın gönlüne göç etmektedir…

Kaynak: İsmail Emre Kütüphanesi, http://www.ismailemre.net