Ben Kulumun Bana Olan Zannındayım

31 05 2018

“Bu nedenle âlemdeki [şeylerin] tek tek tespihleri ayrıntılı olarak bilinmez. Demek ki, Her şey Rabbinin övgüsünü tespih eder [17:44] ayetinde geçen ‘övgüsünü’ kelimesindeki zamirin kula döndüğü bir derece vardır [kul kendi övgüsünü tespih eder ve yüceltir]. Bu yoruma göre, kastedilen şey, her şeyin kendi övgüsünü tespih etmesidir. Öyleyse ‘tespihini’ kelimesindeki zamir, tespihi yapan kimseye döner. Başka bir ifadeyle kendisi övgüsünü tespih eder. Nitekim inanç sahibinin de yalnızca kendi inancındaki ilahı övdüğünü, nefsini ona bağladığını belirtmiştik. İnsanın amelinden ortaya çıkan şeyler de insanın kendisine döner. Öyleyse insan, ancak kendisini över; çünkü sanatı öven kimse, hiç kuşkusuz, sanatkârı övmüş demektir; çünkü sanatın güzel olup olmayışı, yapanla ilgili bir durumdur. İnançtaki ilah da onun hakkında düşünen insanın ürettiği bir şeydir. Başka bir anlatımla inançtaki ilah, insanın bir ürünüdür. Bu nedenle insanın inandığı şey hakkındaki övgüsü, kendisine dair bir övgüdür. Bu nedenle başkasının inancındaki ilah kötülenir.

İnsan, insaf gösterseydi, böyle yapmazdı. Ne var ki, inançtaki bu özel ilahın sahibi, başkasının Allah hakkındaki inancına karşı çıkarken bu gerçeğin farkında değildir; çünkü o, Cüneyd’in “Suyun rengi kabın rengidir” sözünü anlasaydı, hiç kuşkusuz, her inanç sahibine inandığı şeyi teslim eder, her surette ve inanılan her şeyde Allah’ı bilirdi.

Öyleyse [başkasının inancına] itiraz eden kişi, bilgili değil, yalnızca bir zan sahibidir. Bu nedenle Allah, “Ben kulumun bana olan zannındayım” buyurdu. Başka bir ifadeyle ben kulumun inancındaki surete göre zuhur ederim. Dilerse [inancında] mutlak davranır, dilerse sınırlar.

O halde inançların ilahı tanımlara girer. O, kulun kalbinin kendisini sığdırdığı ilahtır; çünkü Mutlak İlah’ı hiçbir şey sığdıramaz; çünkü Mutlak İlah, şeylerin kendisi ve kendisinin aynıdır. Bir şey için kendisini sığdırdı veya sığdıramadı denilemez. Bunu anlayınız!

Allah doğruyu söyler ve doğruya ulaştırır.

Allah’a hamd olsun onun başarıya erdirmesiyle kitap tamamlandı. Yegâne olan Allah’a hamd olsun. Salat ve selam, efendimiz Muhammed’e, onun ailesine, arkadaşlarına olsun.

***

[Ferağ Kaydı: Eserin istinsahı, Cemadi’l-âhire ayında sekiz yüz otuz dokuz senesinde tamamlandı. Allah Hz. Muhammed vesilesiyle onun sonunu hayır etsin, amîn!]

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XXVII. Muhammed Kelimesinde Ferdiyet (Teklik) Hikmeti, Namaz, s. 245
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Suyun Rengi Kabının Rengidir

30 05 2018

“Namaz denilen şeyin başka bir taksimi vardır: Allah bize namaz kılmamızı emretmiş sonra kendisinin de ‘namaz kıldığını’ bildirmiştir. Öyleyse namaz, hem bizim tarafımızdan hem de O’nun tarafından kılınır. ‘Namaz kılan’ Hak ise el-Âhir ismiyle ‘namaz kılar.’ Böylece Hak, kulun varlığından sonra gelir. Bu anlamda Hak, kulun teorik düşüncesiyle veya [başka birisini] taklit ederek kalbinde yarattığı Hakkın aynısıdır ve o ‘inanılan ilah’tır. İnanılan Hak, idrak kabiliyetine göre değişir. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî, Allah’ı bilmenin anlamı ve arifin kim olduğu sorulduğunda şöyle demiş: “Suyun rengi kabının rengidir.” Bu cevap, gerçeği olduğu gibi bildiren doğru bir cevaptır. İşte O, size ‘salat eden’ Allah’tır.

Namaz kılan biz isek, bu kez el-Âhir ismi bizim olur. Bu durumda biz, O’nda bulunuruz. Nitekim bu ismin kendisine ait olduğu kimsenin de böyle olduğunu belirtmiştik. Böylece, halimize göre O’nun katında bulunuruz. Allah bize ancak kendisine götürdüğümüz şeyin suretine göre bakar; çünkü musallî [namaz kılan], yarışta birinciden sonra gelen demektir. Allah, Herkes kendi namazını ve tesbihini bildi [24:41] buyurur. Başka bir ifadeyle Rabbine kulluğunda sonra gelişindeki mertebesini bilir. Onun tesbihi ise yeteneğinin verdiği tenzihtir. Öyleyse her şey, Rabbinin övgüsünü tesbih eder. O, kullarını hoş gören ve günahlarını örtendir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XXVII. Muhammed Kelimesinde Ferdiyet (Teklik) Hikmeti, Namaz, s. 244
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Göz Aydınlığım Namaz

29 05 2018

“Namazın dışında, yapıldığı esnada başka davranışları yasaklayan bir ibadet yoktur. Allah’ın zikrinin en büyük olduğu ibadet, namazdır. Namaz birtakım sözler, fiiller içerir. Namaz kılan kâmil insanın hangi özelliklere sahip olması gerektiğini Fütûhât-ı Mekkiyye‘de açıklamıştık. Allah şöyle buyurur: Namaz kötülükten alıkoyar [29:45]. Namaz kılan insan, kendisine ‘namaz kılan’ denildiği sürece, namazdaki fiillerinden başka bir şey yapamaz. Allah’ın zikri ise en büyüktür [29:45], yani Allah’ı zikretmenin en büyük [ibadet] sayıldığı yer namazdır. Başka bir ifadeyle dileğine karşılık verirken Allah’ın kulunu zikretmesi en büyük iştir. Allah’ı övmek, kulun namazda Rabbini zikretmesinden daha büyüktür; çünkü büyüklük Allah’a aittir. Bu nedenle Allah şöyle der: Allah yaptıklarınızı bilir [29:45]. Başka bir ayette ise Gördüğü halde kulak verir [50:37] buyurur. Kulun kulak vermesi, namazda Allah’ı zikretmesi nedeniyledir.

Buradan şunu öğreniriz: Varlık, akledilir doğrusal bir hareketten meydana geldi. Bu hareket, âlemi yokluktan varlığa taşımıştır. Namaz da [âlemdeki] bütün hareket türlerini içerir: Bunlar, üç hareket türüdür: Birincisi dikey harekettir. Bu hareket, namaz kılanın ayakta durma halidir. İkincisi, yatay harekettir. Bu hareket ise namaz kılanın rükuya eğilme hareketidir. Diğeri ise zikzak harekettir; bu da namaz kılanın secde hareketidir. İnsanın hareketi dikey, canlının hareketi yatay, bitkilerin hareketi ise zikzaklı harekettir. Donuğun kendiliğinden kaynaklanan bir hareketi yoktur. Bir taş hereket ettiğinde, ancak başkası[‘nın kendisini hareket ettirmesi] nedeniyle hareket eder.

Hz. Peygamber “Gözümün aydınlığı namaz yapıldı” buyurmuş, fiili kendisiye ilişkilendirmiştir. Hakkın namaz kılana tecelli etmesi, namaz kılana değil Hakka dönen bir durumdur; çünkü bu niteliği zikretmeseydi, kendisine bir tecelli olmaksızın, namaz kılmayı kuluna emredebilirdi. Bu tecelli Hakkın bir ihsanı olduğuna göre, namazda gerçekleşen müşahede de Allah’ın bir ihsanıdır. Böylece Hz. Peygamber “Göz aydınlığım namaz yapıldı” dedi. Kastedilen şey, âşığın gözlerinin kendisiyle aydınlandığı sevgilinin görülmesidir. ‘Göz aydınlandı’ anlamındaki kurret kelimesi, istikrar kelimesinden gelir. Başka bir ifadeyle sevgiliyi görünce göz [aramayı bırakıp bir noktada] karar kıldı. Dolayısıyla sevgiliyi görünce göz, artık ‘bir şeyde’ veya ‘bir şeyde olmayan’ herhangi bir şeye bakmaz. Namaz kılan insanın namazda bir yöne bakması bu nedenle yasaklandı. Sağa-sola dönmek, Şeytan’ın kulun namazdan çalıp sevgiliyi müşahededen mahrum bıraktığı bir şeydir. Daha doğru bir ifadeyle böyle bir insanın sevgilisi, namaz kılarken yüzüyle kendisine yöneldiği o şeydir.

Bu özel ibadeti yaparken insan, halinin böyle olup olmadığını kendisinden bilir; çünkü insan mazaretler ortaya atsa bile, kendisi hakkında basiretlidir [75:14]. Öyleyse insan, kendi içindeki yalanı ve doğruluğu bilir. Bir şey, kendi durumu hakkında bilgisiz olmaz; çünkü onun durumu, kendisi için tadılan [tecrübeye dayalı] bir bilgidir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XXVII. Muhammed Kelimesinde Ferdiyet (Teklik) Hikmeti, Namaz, s. 243
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Namazda Hakkı Görme Derecesi

28 05 2018

“Namaz [Allah ile kul arasındaki] karşılıklı bir konuşma, dolayısıyla bir zikirdir. Hakkı zikreden kimse hiç kuşkusuz Hakla oturmuş, Hak da onunla oturmuştur. Kutsi bir hadiste Allah’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Ben, beni zikredenle otururum.” Zikrettiği kimseyle karşılıklı oturan bir insanın gözü varsa, oturduğu kişiyi görür. İşte bu [anlamda namaz]; görmek demektir. Gözü yoksa göremez. Buradan namaz kılan kişi, mertebesini görür: Kıldığı namazda Hakkı bu şekilde görecek midir, görmeyecek midir? Hakkı görmezse, ‘sanki görüyormuşçasına,’ inanarak Allah’a ibadet etmelidir. Bu durumda karşılıklı konuşma esnasında Hakkı kıblesinde tahayül ederek Hakkın ona gönderdiği şeylere kulak verir.

Namaz kılan kişi insanlara veya kendisiyle birlikte kılan meleklere imam ise namazda peygamberin derecesine çıkmış demektir ki, bu mertebe Allah’a vekil olmaktır. Bu bağlamda namaz kılan herkes, hiç kuşkusuz, imamdır; çünkü insan namazı yalnız kıldığında bile, bir rivayette belirtildiği gibi, melekler onun ardında namaz kılar. Nitekim bir rivayette bu durum belirtilmiştir. İnsan ‘Allah kendisini öveni duydu’ dediğinde, kendisine ve arkasında bulunanlara Allah’ın kendisini duyduğunu bildirir. Ardından melekler ve orada bulunanlar ‘Rabbimiz övgü sana aittir’ der; çünkü Allah kulunun diliyle “Allah kendini öveni duydu” demiştir.

Namazın mertebesinin yüksekliğine ve sahibini nereye götüreceğine bakınız! Öyleyse namazda [Hakkı] görme derecesine ulaşamayan kimse, namazın nihai hedefine ulaşamadığı gibi namaz o kişi için göz aydınlığı olmamıştır; çünkü böyle bir insan, karşılıklı konuştuğu kimseyi görmemiştir. Haktan namazda kendisine gelen hitabı duymadığında ise [Hakkın hitabına kulak veren olmamıştır]. Namazda [Hakkı] görmediği ve [kendisine gelen şeyleri] duymadığı halde, Rabbinin karşısında bulunduğunun bilincine sahip olmayan kimse, kesinlikle namaz kılmış sayılmadığı gibi aynı zamanda böyle bir insan, [Hakka] şahit olarak [hitabını] dinleyenlerden birisi de değildir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XXVII. Muhammed Kelimesinde Ferdiyet (Teklik) Hikmeti, Namaz, s. 243
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Fatiha

27 05 2018

“Tekliğin tamamlandığı üçüncü şey namazdır. Bu nedenle Hz. Peygamber “Göz aydınlığım namaz oldu” buyurdu; çünkü namaz bir müşahede, başka bir ifadeye Allah ile kulu arasındaki karşılıklı konuşmadır. Allah “Beni zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim” buyurur. Namaz, Allah ile kulu arasında ikiye ayrılmıştır: Yarısı Allah’a, yarısı kula aittir. Sahih bir hadiste böyle zikredilmiştir. Allah şöyle buyurur: “Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı bana, yarısı kuluma aittir. Kuluma istediği verilecektir.”

Kul [namaza başlarken] Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla [1:1] der. Allah, ‘kulum beni zikretti’ diye karşılık verir. Kul, Hamd, âlemlerin rabbi Allah’a aittir [1:1] der. Allah, ‘kulum beni övdü’ der. Kul, Rahman ve Rahimdir [1:2] der. Allah, ‘kulum, beni methetti’ der. Kul, din gününün sahibidir [1:3] der. Allah, ‘kulum beni yüceltti, işini bana havale etti’ der.

Bu bölümün hepsi [Fatiha suresinin birinci bölümü], Allah’a aittir. Ardından kul, Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz [1:4] der. Allah, ‘bu, benim ile kulumun arasındadır; kulumun istediği gerçekleşmiştir’ der. Böylece Allah, bu ayette ortaklığı gerçekleştirdi. Kul, Bizi dosdoğru yola hidayet eyle, nimet verdiklerinin yoluna, sapkınların ve gazaba uğrayanlarınkine değil [1:5] der. Allah şöyle buyurur: ‘Bunlar, kuluma mahsustur ve kulum için istediği gerçekleşmiştir.’

Namazın [Fatiha suresinin] ilk yarısını Allah kendisine tahsis ettiği gibi bu kısmı da kuluna ayırmıştır. Namazda Fatiha suresini okumanın farz olması gerekliliği buradan bilinir. Fatiha’yı okumayan kimse, Allah ile kulu arasında bölünmüş namazı kılmış değildir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XXVII. Muhammed Kelimesinde Ferdiyet (Teklik) Hikmeti, Namaz, s. 242
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Doğrunun Zarfları

26 05 2018

“Ey insan! Ben sana, ibadetin ne olduğunu, yani islamın şartının, imanın şartının, şeriatın geleneklerinin ne olduğunu önceden yazmış olmamızla beraber, şimdi, sana, biraz sır yönlerinden açmak istiyorum. Belki de sen o zaman, ibadetin gereksinmesini kavramış olacaksın.

Ey İnsan! Her zaman da dediğim gibi, insan kendisine ibadet ve zikirlerle konsantre olup yaşantısını böyle sürdürürse, kişinin geleceği hayırlı olacaktır. Yok, başka bir takım metodlarla kendisine konsantre olursa, kişinin geleceği emin olmayabilir. İşte, kişinin kendi benliğini bulabilmesinin, her fırsatta söylediğim gibi, geçmiş peygamberlerin bizlere iletmiş oldukları ibadet ve kitaplarındaki önerileriyle mümkün olabileceğini her fırsatta savunmaktayım. Aksi de hiç mümkün değildir. Allah, bizlere neler yapacağımızı, bu özel kişilerle, özel kitaplarla sunmuştur. Şöyle ki, bugün bir insan sonsuzları bilse, yine de o insanın bildikleri bu kitaplarda yazılı olmaktadır. Onun için insan elbette ki doğruyu bulabilecektir. Zaten doğruyu bulmadan, insanın rahat etmesi hiç de mümkün değildir. Zaten insan da, fıtratı gereği, her zaman doğruyu aramaktadır. Yukarda, insanın mutlaka doğruyu bulacağını dememin sebebi, doğrunun insan için semavi kitaplarda varolmasındandır. Şu da bir gerçek ki, insan zaman içersinde doğruyu bulabilmesi için bir takım olumlu ve olumsuz yaşantılar yaşamıştır. Birçok tecrübelerden geçmiştir. İnsan, bu doğada, doğruyu bulabilmesi için önce aklını çok zorlamıştır. Aklın ve idrakin şuuruna erince, Allah’da insanın aklına hitap etmiştir.

Ey İnsan! Sen gerçekten aklını çalıştır, idrakına ve şuuruna eriştir. O zaman anlayacaksın ki, senin bugün geçireceğin tecrübeler sonucu bulacağın doğruyu geçmişte de insanlar yaşamışlar, bu yaşadıkları tecrübeler sonucu milyarlarca can ve mal vererek doğruyu bulmuşlar, buldukları bu doğruları da bizlere semavi kitaplarla iletmişlerdir. İşte senin ulaşmak istediğin doğrunun formülü, bu kitaplarda bir takım öneriler ve ibadetler şeklinde gizli bulunmaktadır. Sana bugün zor gelen, belki de saçma gibi görülen ibadetler, sana sunulmak istenen doğrunun zarflarıdır. Belki de sen bu gerçeği bilmediğin için, hatta o zarfların içindeki mektupların bulunabileceğini ve senin geleceğinin sırrını bile bilmemektesin. İyi kulak verebilir isen, benim sana “zarf” dediğim ibadetler, olayların sırrını anlamadığından hem sana saçma gibi görünüp hem de zor gelmektedir. Tabii ki sen, bu sırrı bilemezsin, sen ne o zarfı aldın ne açtın ne de içindeki mektubu okudun…

Ey İnsan! Benim, her zaman savunduğum bu ibadetler, ibadetlerin tüm terimleri, öyle bir sırdır ki, binlerce zarf iç içe, binlerce mektup iç içe olmaktadır. Sen hemen zarfın yüzüne bakıp da o “zarf” olan ibadeti ta’n etme. Bilmem ki ömründe bir kere olsun kendi kişiliğini yaşadın mı? Senin bu ibadetleri ta’n ettiğine bakılırsa, hayır, sen kendini hiç yaşamadın. Allah’ı hiç bilmedin. Çünkü Allah bilinmez, yalnız yaşanır. Rabbini de bilmedin. Nedenini sorar isen, bizim iman etmiş olduğumuz peygamberler zincirinden Hz. Muhammed, Rabbi bilmeyi nefsi bilmeye eş tutmuştur. Bilmem ki bu sözlerimi anlayabiliyor musun? Nefsini bilmek, tüm kâinatı her zerresine kadar bilmenin, bulmanın, yaratmanın ve de bu kâinatı kendisine hizmet ettirmenin neticesiyle mümkündür. Hal böyle olunca, sen, senin kendin olan nefsini bilmeden, Rabbini hiç bilemezsin. Rabbini bilmeden de Allah’ı hiç bilemezsin. Allah’ı bilmediği için kişinin, “Ben Allah oldum” demesi, kolay bir sözdür. Ama, sonucu da hiç kolay değildir. Hiçbir zaman, “Allah” olunmaz ve hatta “Allah” bilinmez de. “Rab” bilinir, “Allah”da yaşanılır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 27 Aralık 1985





Aşk-ı Hakikî Menzili

25 05 2018

“Kişi, buraya kadar anlatılan, yapmış olduğu amelleri ve zikirleri sayesinde, evren, evrendeki tüm varlıklar, kişiye kendi güzelliklerini sergilemiş olduklarından zakirin zikri, “Lâ mahbûbe illallâh” olmaktadır. Bu zikir de, zaten kendiliğinden zuhur etmektedir. Çünkü evren, güzelliğini kişiye sergilemiştir. Bu oluşum da, kişinin geçmişte yapmış olduğu zikirlerden dolayı tüm negatif enerjiden soyutlanmasındandır. Tabii ki kişi, bu güzellikler karşısında, güzellikleri bir bütün olaraktan zikredecektir. Bu menzilin, misali Âdem’deki astral beden menzili olup güzelliklerle arasında yalnız enerji kalmıştır. Kişi, bu güzellikleri sayısız methederken, yani ismini zikrederken, bu enerji menzili de kişinin “zikr-i daim”i sonucu, kişinin zihninden silinip tüm evrene yansıyan güzellik hangi varlıktan yansımış ise, kişi o güzellikle yüz yüze, baş başa kalacaktır. Bu menzilde, kişinin zikri, “Lâ maşuka illallâh” zikrine kendiliğinden tevdi edilecektir.

Yukarda, kişiyi enerji menziline indirdiğimiz zaman, güzellikler karşısında aşkın tulû edeceğini, kişinin önünde bulunan enerjiyi ise ancak aşk ateşiyle kaldırabileceğini demiştik. İşte, evren güzelliğini kişiye sergileyince, kişi evrendeki evrendeki güzelliklere aşık olduğundan gözünün bu güzelliklerden başka güzellik görmemesi dolayısıyla, yani aşık olması neticesidir ki, bu aşkından tüm enerjiyi yok edip sonsuz olan güzelliklerin “bir güzelin” mahsulü olduğunu anlamış olup bu güzelliğe de kopmaz bir bağ ile bağlanıp gece gündüz zikrini “Lâ maşuka illallâh” tevhidiyle devam ettirmiş olacaktır. Bu menzil ise “Aşk-ı Hakikî” menzili olup sohbetimize başladığımızdan bu yana kişinin yapmış olduğu ibadet ve zikirler ile kişideki olumsuzlukların kalktığını demiştik. Bu deyimimle sohbetimize ara verilmemesini istediğimden öyle konuşmuştum. Halbuki, kişi, ibadet ve zikirleriyle beden ilminde bulunan tüm olumsuzluklarını, hayvani sıfatlarını ve negatif enerjilerini asla yok etmemiş olup ancak sindirmiş olmaktadır.

Kişi, Aşk-ı Hakikî’ye düşmedikçe, yani enerjiyi tulû ettiren (zuhura çıkaran) menzile (enerjinin menşeine) inmeden hiç de o enerjiyi yok edecek bir silah bulabilmiş olmayacaktır. İşte, bugüne kadar kişi sindirmiş olduğu olumsuzluklarını Aşk-ı Hakikî’ye düşünce, yani gerçek muhataplı aşka düşünce, aşıkın ve maşukun ikisinin arasında olan sevgi ve aşkın sıcaklığı ancak yine kendilerinin muhabbetinden yaratılan, aşkından yaratılan enerjiyi ortadan kaldırabilecektir. O zaman kişi, yaratılmışı, kendi nezdinde silip kendi varlığıyla, yine kendi varlığı olan cemaliyle başbaşa kalmış olacaktır. Bu menzilin tavhidini yukarda söylemiştik, “Lâ maşuka illallâh”…

Ey İnsan! Bizim açmaya çalıştığımız bu sohbetlerin binlerce yüzü vardır. Zikirler ise, söylemiş olduğumuz zikirlerle sınırlı değildir. Biz, belki kestirme bir yol olsun diye kişinin yapısına uygun olan olguları yani zikirleri tavsiye ettik. Zikirlerin neticelerini de tarif ettik. Ama olgular, yüzdeyüz benim dediğim gibi olmayıp yüzbin kere daha güzel olabilir. Zaten biz de olguların güzelliğini değil de neticesini söylemiştik. Konu, Allah’ın isimleri olduktan sonra başka başka zikirlerle de bu menzillere inmek mümkün. Ama, zikirsiz ve ibadetsiz, kişinin kendi varlığına ulaşması, kesin -bin kere kesin- ki asla mümkün olmaz ve olmayacaktır. Kim “olacak” diyorsa, yalancıdır. Allah’ın varlığı, nasıl ki yok olmazsa, o kişinin de amelsiz, ibadetsiz, zikirsiz, islamın şartını, imanın şartını, şeriatın tüm geleneklerini işlemeden onun da “olabilir” demesi, o kadar imkansızdır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 27 Aralık 1985





Salavat

24 05 2018

“Ey İnsan! Kişi, bu menzilde her ne kadar Yaratıcı ile bütünlüğünü idrak etse bile yaratılmışlığının kesafetinden kurtulmadığından, zakir yani zikreden aczini ortaya koyup bu azametler karşısında niyazını yani zikrini şöyle bulur ki, “Lâ maksude illallah”. Yani Türkçe terimi, her ne kadar bu azametlere ulaştımsa da, bu sırlar bana açıldıysa da, benim büyüklükte, azamette, benlikte gözüm olmayıp kulluk diyarını tercih ederek bütün bu zikirlerdeki maksadım, sana ulaşmaktır. Maksudum sensin.

Ey İnsan! Sana Rabbinden inayet olarak tulû eden şu zikre kulak ver ki, “Ey kulum! Ben senin sesini duydum. Zikrin kabulüm. Çünkü seni, halk olan bu evren kabul etti. Ben de senin maksudunun “Ben” olduğunu anladım ve de kabul ediyorum. Bana ulaşacak yolun şeması sana iletilmiştir. Ben senin dinini tamam ettiğimi sana söylemişimdir. Her olgunun önünde, ahlakın geldiğini, ahlakı tamamlamak için de sana peygamberler gönderdim, bu peygamberlerde her biri ahlakın bir yönünü tamamlaya tamamlaya Muhammed’de bir ve tek olan “Ahlak-ı Hamidiyye”yi meydana getirdiler. Oradan da kitaplar sayesinde sana ulaştırdım. Şimdi sen bana ulaşmak istiyorsan, maksudunun ben olduğunu murat ediyor isen, benim bu göndermiş olduğum peygamberlere ve de her bilginin içerlerinde varolan kitaplara iman ettiğinin ispatını senden istiyorum. Delil olarak da peygamberlere salavat getirmeni istiyor, tüm peygamberlerin hallerini cem etmiş olduğu ve benim yolumun şem’asının sırrını sizlere sunmuş olan ve bu şemayla da bana ulaşmış olan Muhammed’e salavatla senin de bana ulaşacağını açıklıyorum. Salavatın şekli, “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed” demektir. Bu bir zikirdir amma, tüm peygamberleri kabul edip onların üstünden Allah’ın emirlerini kabul etmektir. Aşığın Maşuğa ulaşma zikridir. Yani, yaratılmışın yaratanını keşfetme zikridir. Bu zikrin meziyetlerini yazmakla bitiremeyiz. Ulaşan bilecektir. Ulaşmayana ise anlatmak, mümkün değildir. Onun için seni zikrinle başbaşa koyup konumuza dönelim…

Kişi, Muhammed’e zikrinde devam ederken tüm madde, kişinin gözünden silinir. Yani maddenin yok olacağının idrakine erer, yalnız Yaratıcının ezeli ve ebedi olduğunu anlar ki kişi de “zikri tevhid” başlar, “Lâ ilahe illallah”, Türkçesi, “Allah’tan başka ilah yok”. Bu zikirin devamında ise, her zerrede Allah’ın varlığı ve ispatı zuhur eder. Kişi, yine evrenlerin tümünde, kâinatın tümünde Allah varlığını idrak eder ki bu menzilde bile kişide büyüklenme, benlik kaygısı vardır. Tabii ki olması lazım, kişi beşeriyet gömleği giymiştir. Henüz bu gömleğin kesafetinden kurtulmuş değildir. Hatta, beşeriyeti evrenlerle bütünleşmiştir. Burada, Allah’ın lütfu yine kişide tecelli eder ki, kişinin zikri “kulluk mertebesi”ne inip, “Yâ ilâhî ente maksûdî ve rızake matlûbî” yani, “Ya Rabbi veyahut Allahım! Bu büyüklüklerin şanı senindir. Benim maksudum sensin. Ben, bu sayımda senin rızandan başka bir şey talep etmiş değilim…”

Ey İnsan! Eğer anladınsa, kişi her olguyla karşılaştı; evrenlerle bütünleşti, her zerreye hükmetti, Allah sırrını kendi sırrında idrak etti, yani bilimini sonsuzlaştırdı, Allah’tan bilmeye, Allah’tan görmeye başladı. Ama daha yolun başındadır. Çünkü, buralarda kulun kendi iradesi çalışmaktadır. Kişi, iradesini henüz teslim edecek bir olayla karşılaşmamıştır. Geçmişte yazdıklarımıza bakılırsa, kişi her ne kadar sonsuzlara ulaşmış gibi görünürse de, bu olgular yaratılmış ve yaratıcı ile olan mülakatlardır ve ulaşmalardır. Henüz kişi kendine ulaşmamıştır.

Ey İnsan! Kişi buralara ulaşırken tabii ki binlerce irfan, binlerce kemalat, binlerce cemal, binlerce ilim ile karşılaşmış olacaktır. Ama bu görgüler, kişinin yaptıklarının müsemması ve karşılığıdır. Kişinin yaptığı ve yaptıklarının görünümü illa da kişiden silinmeden, kişi kendi varlığına ulaşamaz. Kişinin varlığının bedensel menşei enerjidir. Henüz enerjiyi yok edecek bir silah kişinin eline geçmiş değildir. Bu silah da “aşk”tır. “Aşk” ise, muhatap ister. Belki bugüne kadar kişinin karşısına çok muhatap çıktı, çok cemal çıktı, bu çıkanlar amelin yüzü, zikrin yüzü, maddenin yüzü, evrenin yüzü ve de Allah’ın yüzleridir. Bu yüzler de her an değişime tabi idi. İşte şunu demek istiyorum ki, değişime tabi olmayan yüz, cemal, kişinin kendi yüzü ve kendi cemalidir…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 26 Aralık 1985





Rahman ve Rahim Olan

23 05 2018

“Ey İnsan! Önceden tövbe konusunda, insanın saflaşıp yüceldiği için kendisinde bir takım manevi görüşlerin, sırların açılacağını demiştim. Ve bu açılmaların, kişiye bir takım büyüklenmeler ima edeceğini de demiştim. Kişinin, burda, kurtarıcı olarak Allah’a yöneleceğini de vurgulamıştım. Burada şunu demek istiyorum ki, Allah’tan murat, bizim kurtuluşumuzdur. Allah’da kendisinde olan güzel isimleri ve bu isimlerin niteliklerini, insana ne gibi bir fayda sağlayacaklarını bizlere söylemiştir. Ben de bu öneriden yola çıkarak içinde bulunmuş olduğumuz duruma göre zikirlerin, kişide kendiliğinden tulû edeceğini derim ve tövbeden sonra Allah’ın, esirgeyen, bağışlayan, koruyan ve de rızıklandıran, ayrıca birçok meziyetlere sahip olan Rahman ve Rahim olan isminin zikrini tercih ederim, zaten, tövbeden sonra açılacak zikir de budur. Yani, Bismillahirrahmanirrahim . . .

Ey İnsan! Bu zikirden sonra seni esirgeyen, bağışlayan, koruyup ve rızıklandıranın “Allah” olduğunun sırrı sende açılacaktır ki, sen ister istemez “Allah” ismini zikretmeye tâbi olursun. Her zaman dediğimiz gibi, biz bu zikirleri sayı ile değil de say ile yaptığımızdan yapılan zikirlerin enerji boyutlarında bizlere manevi de olsa görünüm arz edecektir. İşte bizleri, bu görünümler kendi yönlerine çekerek kendilerini zikretmemize tâbi tutarlar ki, Rahman ve Rahim’in müsemması manevi de olsa insana Allah ismini çağırmaya yöneltecektir.

Ey İnsan! Kişi, “Allah” zikrinin terbiyesinde kendini yoğunlaştırır ise vücudunun her zerresi hayat bulmuş olacaktır. Sanırsın ki insan, yeniden dirildi, hayatlandı ve canlandı. O zaman kişi, ister istemez kendi hayatını zikredecektir. Yani, “Allah Hay… Allah Hay…” Bu “Hay” ismi neticesinde, insan da diri olduğunun şuuruna burada ermiştir ki, evrendeki tüm eşya, her zerresiyle beraber o kişiyle “Allah Hay” ismini zikrederler. Bu yolculuğa ulaşan kişiler, bunu çok iyi bilirler. Zaten Allah da, her zerrenin, lisan-ı hâl ile kendini zikrettiğini söyler. Burada, zerreler insana tâbi olduğundan, o insanda her ne kadar “Allah Hay” ismini zikretseler de bu zikir, o zerrelerle beraber, insanın kendi zikridir. Yoksa, temelde her zerre, kendi hâlini yaşar.

Ey İnsan! Burada, kişi evrenlerle bir bütün olduğunu görür, bu bütünlükteki büyüklüğün kendisine ait değil de Allah’a ait olduğunun sırrını anlar, zikri kendiliğinden “Allah Hû… Allah Hû…” zikrine dönüşür ki, Türkçe’de karşılığı, hepsi “O”dur demektir. Burda ki incelik, bir yaratıcının, bir de yaratılanın varolduğunu kişinin kabul etmesidir. Biz, bu zikirleri, her ne kadar kısa yazıyorsak da tabii ki bu yolculuğun ulviyeti malum. Evrenin her zerresiyle bütünleşmek, mânâda da olsa bile onların zikrini kendi zikrinde bütünleştirmek, tabii ki küçük bir şey olmasa gerek. Bu konuları, sizlerin irfanlarınıza sunuyorum…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 26 Aralık 1985





Tasavvuf Formülünün Başlangıcı, Tövbe

22 05 2018

“Ey İnsan! Sohbetimizin başından bu yana anlatmış olduğumuz konular aslında nasihat gibi gözükse bile, konular iyice incelenince görülecektir ki bize tasavvufi terimin inceliklerini öğretmektedir. Ama ben ayrıca tasavvufun tüm inceliklerini ilerde açmaya çalışırken tekrar sohbetimize devam edersek, bir kişi mürşit sayesinde tasavvuf eğitim sistemini tamamiyle yaparsa, geçmişte yapmış olgular ne olacak dersen, hatta yaptıklarının bağışlanacağını sanıyorsan bu fikrinde aldanmış olursun. Zaten Kur’an’da bize söylemiştir, zerre dahilindeki hayır ve şer sorulacaktır.

Onun için ey insan! Ben sana bu olgulardan kurtulma formülünün ilm-i ledün yolunda tasavvufi bir terimle hallolacağını derim. Tabii ki, insanın tüm hareketlerinin yaratıcı olduğunu demiş olduğumuza göre, neden kurtuluş formülünün enerjisini tulû ettirmeyelim? Evet, ettirebiliriz. Ama yaptıklarımız kaybolmaz, ancak perdelenir. “Nasıl olur?” der isen, Allah’ın, varlığın, yani senin bir takım güzel isimlerin var idi. Önceden de yazmış idik. Sen bu isimlerden birini, veyahut birkaçını Kur’an-ı Kerim’de de “zikran kesîrâ” denildiği gibi zikreder isen, zaman içersinde kendi kendine konsantre olursun. Yapmış olduğun bu zikrin müsemmaları tulû eder ki, senin geçmişte yapmış olduğun hatalarına bu müsemmalar perde olur, olaylar sana yansımaz. Burada bir şeyi demek istiyorum, ilm-i tasavvufun formülünün sırrını… Olaya hüsnü niyetle bakmayanlar yanılgıya düşmüş olacaklardır.

Geçmişteki tüm hâl ehli kişilere bakıldığında hepsi de gerek islâmın şartını, yani teslimiyetin, gerek imanın şartını, gerekse şeriatın tüm geleneklerini harfiyen icra etmiş olup, bu amelleriyle Allah’la kendi aralarında olan perdeyi kaldırmışlardır, dostun cemâli dedikleri, kendi canlarındaki cananlarına erişmiş olup ölümü bir vuslat demi saymışlardır. Hepimiz de yerinde kabul ediyoruz bunu. Yalnız, ne yaptıklarına gelince hemen karşı çıkıyoruz. O zaman da, tasavvufta bir terimin olmadığını savunup hem kendimizi hem de bize inananları yanıltmış oluyoruz. Buna da Kur’an dilinde “yol kesici” derler. Biz, yukarda insanın suç ve hatadan beri olmayacağını demiştik. Bugün hukuk düzeni bile suçun ve hatanın insan için olduğunu kabul etmiş olup bunları değerlendirmek için milyarlarca para sarfedip hukukçu yetiştirmekte. Suçlu samimi ifadede bulunursa cezasının azalacağını, hatta tecil olabileceğini görüyoruz. Ne ulvi bir hukuk ki işlenen suçun sebeplerini araştırıyor. İyi anlayabilirsen, var olan bu hukuk düzeni bile insanın yaratılış fıtratından gelmektedir.

Ey İnsan! Onun için ben sana tasavvuf terimi olarak önce “tövbe”ye şartlan diyorum. Daha suç işlememeye gayret et diyorum. Geçmişte yaptığına tövbe et. Bu tövbe, tasavvuf formülünün başlangıcı olup, bir saat gibi insanın iyiliğe ve kendi kişiliğini bulmaya kurulmasıdır. Diğer formüller, bu tövbe formülünden kendiliğinden tulû edeceklerdir. Sen tövbe ile kendini, gerçekten kendi kişiliğine konsantre edebilir isen, sende bir yücelik, büyüklük, yani benlik hissi, gizde de olsa faaliyet gösterecektir. Belki de nefs alışkanlıklarından vazgeçtiği için, nefste bir telaş başlayacaktır. Bu telaşında haklı da sayılabilir. Çünkü, geçmişteki alışkanlıklarını bırakıyorsun. Bu menzilde şeytan insanı zorla yenemeyeceğinden senin büyük adam olman gibi benzeri birçok telkinler edecektir, seni “benliğe” düşürmeye çalışacaktır. Senin, ilk fırsatta, kurtarıcın elbette ki aklına gelecektir. Bütün insanların bildiği gibi, elbette ki kurtarıcımız Allah’tır. Ama, geçmişteki şeriat âlimleri, hâl ehli kişiler, Allah’a Allah’ın isimleriyle kendi duaları ve niyazları ile daha çabuk ulaşılabileceğini keşfetmiş olduklarından, bizlere bu isimlerden zikirler telkin etmişlerdir. Ama ben, bu telkin edilen zikirlerden ziyade, insan yapısına uygun sözlerdeki mânâların açıklığını, doğadaki sırların sunulduğunu görerek bunlara daha uygun düşen zikirleri tercih edip uygulamak istiyorum. Bu zikirler, görülecektir ki, insan bedeniyle Allah varlığı arasında bir köprü olup, kendi isimlerinin müsemmalarıyla, insanı kendi yüzünden kendi özüne indirmiş olacaktır.

Yukardaki telkinimde şunu demek istiyorum ki, gerek geçmişteki dinlerin, gerek geçmişteki hâl ehli kişilerin, bizlere telkin ettikleri zikirlerden ve dini terimlerden faydalanmakla beraber, insan fıtratı ve yapısına daha uygun zikirleri sizlere önermek istiyorum…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 24-26 Aralık 1985