Belkıs’ın Tahtı

30 09 2017

“Söylediğimiz [yeniden yaratma] meselesini anlayan kimse [bilir ki]: Taht bir mesafe kat etmemiştir, yeryüzü onun [ulaşması] için düzenlenmemiştir veya [taht] yeryüzünü aşmamıştır. Bu ise orada bulunanların gönüllerinde Süleyman’ın Belkıs ve taraftarlarından daha saygın olmasını sağlamak için Süleyman’ın taraftarlarından birisinin aracılığıyla gerçekleşmişti. Bunun nedeni, Davud’a Süleyman’ı verdik [38:30] ayetinde gerçekleştiği gibi, Süleyman’ın Allah’ın Davud’a bir ihsanı olmasıdır. Hibe, hak ediş veya karşılık olarak değil, ihsan tarzında verilen bir ikramdır. Bu yönüyle Süleyman bol nimet, yetkin delil ve [inkârcılar için] son vuruştu.

Süleyman’ın bilgisine gelince, onun bilgisi, [yani verdiği hüküm, babası Davud’un verdiği] hükmün tam zıddı olsa bile, Onu Süleyman’a bildirdik [21:79] ayetinde dile getirildi. Allah, hepsine bilgi ve hüküm vermiştir [21:79]. Bundan dolayı Davud’un ilmi, Allah’ın vermiş olduğu bir ilimdi. Bu meselede Süleyman’ın ilmi ise Allah’ın ilmiydi; çünkü o doğrudan hüküm verendi. Böyle olunca Süleyman doğru sözlülük makamında Hakkın tercümanı oldu. Tıpkı bu olaydaki gibi, Allah’ın kendi başına üstlenmesi veya peygamberine vahyetmesi durumunda bir konuda verdiği hükme ulaşan müçtehit iki ödül alır. Bu belirli hükümde yanılan müçtehit ise içtihadı bir bilgi ve hüküm olsa da bir ödül alır. Muhammed ümmetine hüküm bakımından Süleyman ve Davud peygamberlerin mertebesi verilmiştir. Ondan daha faziletli bir ümmet yoktur.

Belkıs, aradaki uzun mesafeyi ve o müddet zarfında kendi yanına taşınmasının imkânsızlığını biliyorken tahtını görünce, Sanki benim tahtım [27:42] demiştir. Bu ifadeyle Belkıs, ‘benzerlerin yenilenmesi’ hakkında söylediğimiz şeyi doğrular. Taht, o tahttır ve iş gerçektir. Nitekim varlığın yenilenme zamanında insan önceki zamandaki insanın aynısıdır.

[Süleyman’ın Belkıs’a yönelik olarak söylediği] saray hakkındaki uyarısı, Süleyman’ın bilgisinin yetkinliğini gösterir. Süleyman Belkıs’a  saraya gir [27:44] dedi. Saray, camdan olup beyaz ve şeffaftı. Belkıs, onu görünce, bir dalga, yani su zannetti. Bunun üzerine, su elbisesine temas etmesin diye ayaklarını açtı [27:42]. Böylece Süleyman, gördüğü tahtının da böyle bir şey olduğuna Belkıs’ın dikkatini çekti. Bu ise insafın son noktasıdır; çünkü Süleyman Belkıs’a sanki odur [27:42] deyişindeki haklılığını bildirmiş oldu. Belkıs Rabbim! Ben kendime haksızlık ettim; Süleyman ile beraber Müslüman oldum [27:44] dedi, yani Süleyman’ın Müslüman olduğu gibi Müslüman oldum. Âlemlerin Rabbi Allah’a teslim oldum [27:44]. Böylece Belkıs, Süleyman’a değil, yalnızca âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiştir ki, Süleyman da âlemin içinden birisidir. O halde Belkıs, peygamberlerin Allah hakkındaki inançlarında sınırlı kalmayışları gibi, boyun eğişinde [Rabbi] sınırlamamıştır. Firavun ise bunun aksine hareket etti; çünkü o, Musa ve Harun’un Rabbi[ne iman ettim] [7:122] demişti. Gerçi Firavun da bir açıdan Belkıs’ın [Hakka] boyun eğişine katılır. Ama yine de onun kadar güçlü değildi. Belkıs, Allah’a boyun eğmede Firavun’dan daha ince anlayışlıydı…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XVI. Fas Süleyman Kelimesinde Rahmet Hikmeti, Süleyman ve Davud, Belkıs’ın Tahtı, s. 169
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Yaratmanın Yenilenmesi

29 09 2017

“[Belkıs’ın tahtının getirilmesi olayına gelirsek] bilgili bir insanın eşyanın yönetim sırlarını ve özelliklerini bilen herhangi bir cinden üstünlüğü, zamansal ölçüyle bilinir; çünkü bakışın sahibine dönmesi, oturanın ayağa kalkmasından daha hızlıdır; çünkü gözün algıladığı şeye doğru hareketi, cismin herhangi bir şeye yönelik hareketinden daha hızlıdır. Gören ve görülen arasındaki mesafeye rağmen gözün hareket süresi, gördüğü şeye ilişme süresi ile aynıdır. Bu yönüyle gözü açma süresi onun sabit yıldızlar feleğine ilişme süresiyle eşitken, aynı zamanda bakışın tekrar kendisine dönme süresi, algılama süresiyle aynıdır. İnsanın bulunduğu yerden kalkması ise böyle değildir, başka bir ifadeyle bu hızda değildir. Öyleyse Asıf b. Berhaya cinden daha etkin iş yapmıştı. Asıf’ın sözünü söyleme süresiyle fiilinin gerçekleşme süresi aynıydı. Süleyman da tam o zamanda Belkıs’ın tahtının yanında yerleşik olarak bulunduğunu görmüştü. Tahtın Süleyman’ın yanına yerleştirilmiş olmasının nedeni, yer değiştirme olmaksızın bulunduğu yerden tahtı gördüğünü zannetmemesini sağlamaktır.

Gerçi bize göre yer değiştirme yoktur. Orada söz konusu olan Allah’ın öğrettiklerinin dışında kimsenin farkında olmadığı yönden, yok etme ve var etmedir. Bu ise Onlar yeniden yaratma hakkında kuşku içindedir [50:15] ayetinde dile getirilir. Onlar gördükleri şeyi görmedikleri bir vakit geçirmemişlerdir.

Durum belirttiğimiz gibidir. Belkıs’ın tahtının bulunduğu yerden yok olma zamanı Süleyman’ın yanında bulunma zamanıydı ve bu durum, her nefes yaratmanın yenilenme sayesinde gerçekleşmişti. Hiç kimsenin bu miktar hakkında bilgisi yoktur. Tam tersine insan, her nefeste olmayıp ‘sonra’ olduğunu fark edemez. Buradaki ‘sonra’ edatının aralık gerektirdiğini düşünme, öyle bir şey doğru değildir. Araplara göre sonra edatı, belli yerlerde nedensellik mertebesinin önceliğini bildirir. Nitekim şair şöyle demiştir:

        Rüdeynî’nin itmesi gibi sonra hareket etti

Burada [neden olan] hareketlendirme zamanı, hiç kuşkusuz, [malûlün] hareket etme zamanıdır. Bu iki hareket arasında sonra edatı gelmiştir ve arada bir süre yoktur. Her nefeste ‘yaratmanın yenilenmesi’ de böyledir. Yokluk zamanı, benzerin var olma zamanıdır. Bu durum Eşarilere göre, arazların yenilenmesine benzer; çünkü Belkıs’ın tahtının [Süleyman’ın yanında] bulunması meselesi daha önce onun hikâyesi hakkında zikrettiğimiz hususu anlayan kimselerin dışındakilere göre, en sorunlu konulardan birisidir. Bundan dolayı, bu konuda Asıf’a ait üstünlük, yalnızca yenilenmenin Süleyman’ın meclisinde gerçekleşmiş olmasından kaynaklanır…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XVI. Fas Süleyman Kelimesinde Rahmet Hikmeti, Belkıs’ın Tahtının Taşınması, s. 168
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Hükümdarın Bilgilenme Yolu

28 09 2017

“Aslında her şey canlıdır. Şu var ki bu durum, dünya hayatında bazı insanlarca idrak edilemez. Ancak ahirette bütün insanlara gözükür; çünkü orası canlılık diyarıdır. Aslında dünya da böyledir. Fakat âlemin hakikatlerinden idrak ettikleri miktara göre, Allah’ın kulları arasında farklılığın ve üstünlüğün ortaya çıkması için, her şeydeki canlılık onların [idrakinden] perdelenmiştir. Kimin algısı daha genel ise bu özelliği olmayana oranla Hak onda daha çok gözükmüştür.

Derecelenmeyle perdelenip şöyle bir iddiada bulunma: ‘Yaratılmış olan, Hakkın hüviyetidir’ diyenin bu hükmü doğru değildir; çünkü ilahi isimlerdeki derecelenmeyi sana açıkladık. Sen de o isimlerin Hak olup onların gösterdiği ve kendileriyle isimlenenin yalnızca Allah olduğundan kuşku duymamalısın.

Süleyman peygamber bazılarının iddia ettiği gibi, kendi ismini Allah’ın isminin önüne nasıl geçirebilir ki? Halbuki o da rahmetin var ettiği şeylerden birisidir. Dolayısıyla, rahmet edilenin [kendilerine] dayanması geçerli olsun diye, Rahman ve Rahim’in öne geçmesi zorunludur. Söz konusu kimselerin iddia ettiği şey, gerçeklere aykırıdır. Başka bir ifadeyle geride kalmayı hak etmiş olanı öne alıp önde olmayı hak etmiş kimseyi bunu hak ettiği yerde geride bırakmak, gerçeklere aykırıdır.

Kendisine mektup gönderen insanın adını zikretmeyişi, Belkıs’ın hikmet sahibi olmasından ve bilgisinin yüksekliğinden kaynaklanır. Bunu yapmasının yegâne nedeni, kendilerinin bilmediği birtakım yollardan kimi işlerle bağlantısının bulunduğunu taraftarlarına bildirmektir. Bu ise Hakkın kendi mülkündeki yönetiminin özelliğidir; çünkü hükümdara ulaşan bilgilendirme yolu bilinmezse, devlet adamları yaptıkları işlerde kendi adlarına korkarlar. Bu nedenle de, yalnızca bilgisi hükümdara ulaştığında başlarına bela gelmeyecek işleri yaparlar. Hükümdarın bilgilenme yolunu öğrendiklerinde ise haberi ulaştıran kimseyle ilişkiye girer, ona büyük rüşvetler verirler. Böylece dilediklerini yapar ve yaptıklarının bilgisi hükümdarlarına ulaşmaz. Belkıs’ın siyasi bir tavır olarak Bana [bir mektup] gönderildi [27:29] deyip mektup gönderenin adını vermeyişi, ülkesindeki kimseler ve seçkin yöneticiler arasında kendisinden korkulmasını sağlamıştır ki bu sayede onların önüne geçmeyi hak etmiştir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XVI. Fas Süleyman Kelimesinde Rahmet Hikmeti, Her Şey Canlıdır, Belkıs’ın Siyaset Yeteneği, s. 167
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları

 





Zorunluluk ve İhsan Rahmeti

27 09 2017

“Bu meseledeki amacımız, iki rahmetten söz etmek ve onlara dikkat çekmekten başka bir şey değildir. Söz konusu iki rahmet, Süleyman’ın Arapça karşılıkları er-Rahman ve er-Rahim olan iki isimde zikrettiği rahmetlerdir. Böylece zorunluluk rahmetini sınırlamış, ihsan rahmetini ise Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır [7:156] ayetinde genelleştirmiştir. [Ayetteki] ‘Her şey’e ilahi isimler, başka bir ifadeyle nispetlerin hakikatleri girer. Allah, nispetlere bizim vasıtamızla ihsanda bulundu. O halde biz, ilahi isimlere ve rabbanî nispetlere dönük ihsan rahmetinin sonucuyuz.

Allah bizim kendimiz için ortaya çıkmamız nedeniyle, bu rahmeti kendisine zorunlu kıldı. Bu rahmeti yalnızca kendisinden dolayı kendisine zorunlu kıldığını öğrenelim diye bize hüviyetimiz olduğunu bildirdi. O halde rahmet, onun dışına çıkmamıştır. Zaten, kendisinden başka kimse yok iken, kime ihsanda bulunacaktı ki?

Şu var ki yaratılmışların bilgilerdeki derecelenişinin ortaya çıkıp -hakikat bir olsa bile- ‘şu adam bundan daha bilgilidir’ denebilmesi için, meselenin ayrıntılandırılarak ifade edilmesi zorunludur. Bunun anlamı, bilginin iradeden daha kapsamlı olması demektir. Bundan dolayı bu, ilahi niteliklerdeki derecelenmedir; veya iradenin kudretin kapsamından daha fazla, üstün ve yetkin olması demektir. Aynı durum, Hakkın işitmesi ve görmesi gibi niteliklerde geçerlidir. Bütün ilahi isimler, birbirlerine göre, karşılıklı bir derecelenmeye sahiptir.

Bunun yanı sıra, hakikat bir olsa bile, ‘falan kişi, falancadan daha bilgilidir’ denilmesini sağlayacak şekilde yaratıklardaki derecelenme de böyledir. Herhangi bir ismi önceleyip onu bütün ilahi isimlerle isimlendirebilir ve niteleyebileceğin gibi aynı şekilde yaratıklarda ortaya çıkan şeylerde de üstünlüğe yol açan her şeye dair bir ehliyet vardır. Bundan dolayı, âlemin her bir parçası, âlemin toplamıdır, başka bir ifadeyle bütün âlemde dağınık haldeki hakikatleri kabul edicidir. Dolayısıyla ‘Zeyd bilgide Ömer’den daha aşağıdadır’ sözümüz, Hakkın hüviyetinin Zeyd ve Ömer’in aynı olup Ömer’de daha yetkin ve Zeyd’dekinden daha bilgili olmasına zarar vermez. Haktan başka bir şey olmadıkları halde, ilahi isimler de kendi aralarında böyle derecelenir. Dolayısıyla bilen olması bakımından Hak, irade eden veya güç yetiren olması bakımından Haktan daha geniş bir anlama sahiptir. Bununla birlikte her iki durumda da Hak, kendisinden başka değildir.

Dostum! Burada Hakkı bilip orada bilmezlik yapma; veya burada olumlayıp orada olumsuzlama! Şu var ki, Hakkın kendisi [hakkında bir niteliği veya durumu] olumladığı bir yönle onu olumlayabilir, olumsuzladığı bir yönden olumsuzlayabilirsin. Bu durum, Allah hakkında olumsuzlama ve olumlamayı birleştiren tek bir ayette dile getirilmiştir. Allah şöyle buyurur: O’nun benzeri yoktur [42:11]. Burada olumsuzlamıştır. O işiten ve görendir [42:11]. Burada gören ve duyan bütün canlıları kapsayacak bir nitelikte kendisini olumlamıştır…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XVI. Fas Süleyman Kelimesinde Rahmet Hikmeti, Zorunlukuk ve İhsan Rahmeti, s. 166
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Süleyman’a Verilen Gücün Özelliği

26 09 2017

“Ameller insanın sekiz organına bölünmüştür. Hak bu organlardan her birisinin hüviyeti olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla amel eden Haktan başkası değildir. Suret kula aittir. Hüviyet onda, yani onun isminde içkindir, bu kadar; çünkü Hak, zuhur eden ve halk [yaratılmış] diye isimlendirilen şeyin aynıdır. Bu zuhur nedeniyle ve olmayıp sonradan var olduğu için, ez-Zâhir [zuhur eden] ve el-Âhir [son] isimleri kula ait olmuştur. Zuhurun kula dayanması ve amelin ondan meydana çıkması bakımından ise el-Bâtın ve el-Evvel ismi kula ait olmuştur. Bundan dolayı, yaratılmışı gördüğünde el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir ve el-Bâtın’ı da görmüşsün demektir.

[İki rahmetle ilgili] bu bilgi, Süleyman’ın habersiz olmadığı bir bilgiydi. Aksine bu bilgi, kendisinden sonra kimseye yaraşmayan, başka bir ifadeyle şehadet âleminde hiç kimsenin kendisiyle ortaya çıkmayacağı mülk kapsamına girer.

Hz. Muhammed’e Süleyman’a verilen şeylerin hepsi verilmiş, fakat onunla ortaya çıkmamıştır. Allah, geceleyin kendisini öldürmek [başka bir rivayette saptırmak] için gelen ifriti yakalama gücünü Peygamber’e vermişti. Hz. Peygamber de sabah olunca Medine’nin çocukları kendisiyle oynasın diye, onu tutup mescidin duvrlarından birine bağlamak istemişti. Ardından, Süleyman’ın duasını hatırlamış [bu niyetinden vazgeçmiş], Allah da ifriti başarısız bir şekilde geri çevirmiştir. Hz. Peygamber, kendisine verilen güçle ortaya çıkmamış, Süleyman ise onunla ortaya çıkmıştır.

[Süleyman’ın duasında geçen] mülk [38:35] sözüne gelince, Süleyman, ifadeyi genellemedi. Buradan, onun belli bir mülkü istediğini anladık. Onun Allah’ın verdiği mülkün her parçasına ortak kılındığını gördük. Onun bu mülkün toplamına, ifrit olayına baktığımızda ise yalnızca verilen mülk ile ortaya çıkmaya tahsis edildiğini anladık. Hem toplamına hem de onunla zuhur etmeye tahsis edilmiş de olabilir.

Hz. Peygamber ifrit olayında “Allah bana onu yakalama gücü verdi” demeseydi, ifriti yakalamaya niyetlenince Allah’ın kendisine Süleyman’ın duasını hatırlattığını, böylece Allah’ın kendisine ifriti yakalama gücü vermeyeceğini anlamıştır, derdik. Halbuki Allah, ifriti başarısız olarak geri döndürmüştür. Hz. Peygamber, “Allah bana onu yakalama gücü verdi” dediğine göre, buradan, Allah’ın Hz. Peygamber’e ifriti etkisi altına alma gücü verdiğini anladık. Ardından Allah kendisine hatırlatmış, Hz. Peygamber de Süleyman peygamberin duasını hatırlayıp ona karşı saygılı davranmıştır. Buradan şunu anladık: Süleyman’dan sonra herhangi bir yaratığa yaraşmayan şey, bu güçle halk arasında görünmektir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XVI. Fas Süleyman Kelimesinde Rahmet Hikmeti, Süleyman’ın Mektubu, Süleyman’a Verilen Gücün Özelliği, s. 164
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları

 





Süleyman’ın Mektubu

25 09 2017

O yani mektup, Süleyman’dandır ve o, yani onun içeriği, Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla‘dır [27:30].

Bazı insanlar, Süleyman’ın kendi ismini Allah’ın isminin önüne geçirdiğini düşünmüştür. Halbuki işin doğrusu böyle değildi. Onlar, bu konuda Süleyman’ın (a.s.) Rabbi hakkındaki bilgisiyle bağdaşmayacak şekilde ileri geri konuşmuşlardır. Belkıs mektup hakkında Bana saygın bir mektup gönderildi [27:29], başka bir ifadeyle ‘saygı duyulacak bir mektup gönderildi’ dediği halde, onların söylediği nasıl doğru olabilir ki?

Onları böyle düşünmeye iten şey, belki de Kisra’nın Hz. Peygamber’in mektubunu yırtıp atması olmuştu. Kisra, onun mektubunu tam olarak okuyup içeriğini öğrenmeden yırtmamıştı. Belkıs da mektubun içeriğini öğrenmemiş olsaydı, aynı şeyi yapabilirdi. Öyleyse gönderenine duyulan saygı nedeniyle bir mektubu yakılmaktan koruyan şey, gönderenin ismini Allah’ın isminden önce veya sonra zikretmesi değildi.

Süleyman [mektubunda] iki rahmetten söz etmiştir: zorunluluk rahmeti ve ihsan rahmeti. Bunlar[ın karşılığı olan isimler], Rahman ve Rahimdir. Hak Rahman ismiyle ihsan ederken, Rahim ile de [varlığa rahmet etmeyi kendisine] zorunlu kıldı. Bu zorunluluk, gerçekte ihsandan kaynaklanır. Bundan dolayı Rahim ismi Rahman’da içkindir. Hak kendisine rahmeti yazmıştır. Bunun nedeni, belirttiği amelleri -ki onları yapan kuldur- yaptığında, kul adına Allah üzerinde bir hakkın olmasını sağlamaktır. Allah o rahmeti kendisine zorunlu kılmıştır ve o rahmet sayesinde kul zorunlu rahmeti hak eder. Kullardan bu durumda olan kişi, amel edenin kim olduğunu bilir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XVI. Fas Süleyman Kelimesinde Rahmet Hikmeti, Süleyman’ın Mektubu, Süleyman’a Verilen Gücün Özelliği, s. 164
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları

 





Muhammedî Yol

24 09 2017

“Bizlerin Kur’an-ı Kerim’i iyi okuyup, onun bizlere önerilerinin ne olduğunu anlamamız lâzım ki gerçeğe yol bulmuş olalım. Ne var ki tüm insanlarımız ve de dinî âlimlerimiz vaazlarında her şeyi Allah’ın idare ettiğini söyleyerek kendilerinin rollerini unutmuş oluyorlar. Belki temelde Kur’an’ı tercüme edenler bu şekilde etmiş olabilirler. Allah geçmişlerin hatalarını bizlerin takip etmememizi önermektedir. Allah doğruyu anlamamızı tavsiye ederek, Hz. Muhammed’e buyuruyor ki, “Ya Muhammed ben Kur’an’ı Arapça bir dil olarak kendi lisanında indirdim ki her şeyi anlayasınız.” Evet, Allah Kur’an’ı kendi lisanımıza çevirip, her şeyi anlamamızı bu sözüyle tarif etmiş oluyor. Bizler Kur’an’ı tefekkür ederek okuyabilirsek, belki de onun ne demek istediğini anlamış oluruz.

İnsanlar kendi gelecekleri için her zaman araştırmacı olmalıdırlar. Çünkü araştıran insan doğruyu bulmakta zorluk çekmez. Düşünmüyor musunuz, bulunmuş oldukları bölgelerde sayıları bir hayli fazla, büyük mürşid-i kâmillerin yatırları vardır. Onların birçoğunun eserlerinde kendilerinin Allah’a ulaşmış olduklarını okuyoruz. Allah’ın Âdil ismi vardır. Biz bu Âdil ismini baz tutarak eşitlik ilkesini kabul edip, bizim de o kişiler gibi olabileceğimizi unutmayalım. Onların topraklarına yüz sürmek fayda vermez. Onlar hangi amelle, hangi halle Allah’a ulaşmışlarsa, bizler de o yolu takip edelim. Yanlış hareketlerle içinden çıkılmaz yaşam hazırlayıp da, sonra da Allah böyle yaşam hazırladı diyerek yakınmamız bize hiç fayda vermez.

Kaderimiz Allah’ın elinde olsaydı, kendisi hazırlamış olduğu kader için bize cehennem hazırlamazdı. Bizleri hesaba bile çekmezdi. Öyle ya kendisi bizi nasıl yaratmışsa, biz onun yaratmış olduğu şekil üzere hareket ettiğimizden bizlere mükâfat bile verilirdi. Ama durum hiç de öyle değil. Kendi yaptığımız işlerle suçlanacağımıza göre, kendi yaşamımızda kendimiz hür olmaktayız… Anlatmaya çalıştığım bilgileri tam olarak anlamak için bu kitabımdaki bölümleri bir bütün olarak ele almak gerekir. Çünkü insanı insan yapan, ibadet bilgilerini içeren konuların her biri kendi menzillerinde anlatılmışlardır. Bu kitabın tek bölümü okunursa, o bölümü destekleyen bilgiler diğer bölümlerde bulunduğu için, okuyanların belki de zihinleri karışmış olur…

Evet, insanın kaderi insanın kendi elindedir. Durum böyle olmasaydı Allah insanı, insanın kendi ameli ve halinden sorumlu tutmazdı. Bu doğruyu anlayın, siz de Kur’an’ın Türkçe manalarını okuyun. Sakın, siz Kur’an’ı anlayamazsınız diyen insanların sözlerine bakmayın. Kendi dilinizde, yavaş yavaş, tefekkür ederek, ayetlerin ne demek istediğini anlayarak ve de Kur’an’ı bir bütün olarak tahayyül ederek okuyunca elbette onun sizlere ne demek istediğini anlarsınız. Sakın unutmayın, bugüne gelinceye kadar yaratılış sistemlerinde sayısız ölüp dirilmeler yaşadık. Yani, bir halden bir hale geçerek yaşam sürdürdük. Şimdi ise idrakli akıl menziline gelmiş olduk. İşte bu idrakli akla kavuştuğumuz için kendi geleceğimizin tayin hakkı kendi elimizde kaldı. Anlatmaya çalıştığım ebedî hayat yolculuğumuzdaki güzel yaşamımız, bu kısa devre olan ömrümüz içerisinde kendi elimizde kalmıştır. Başarmaya da mecburuz. Allah kendisinin “gizli hazine” olduğunu söylemiştir. İnsan olarak sen de çalış, bu gizili hazineyi iyi kullan ve kendi lehine değerlendir. Hazine kendisini kullanamaz ama sen hazineyi kullanabilirsin. Hazine kendisini kullanabilseydi, onun sırrında olan merhamet neticesi, “Ben sizi kurtarırım sakın korkmayın” derdi.

Sizlere tavsiyem, yanlış hareketlerinizden dolayı ortaya çıkardığınız, adına da kader dediğiniz yaşamlarınızla boğuşurken, geçmiş hatalarınızdan tövbe ve sabırla kurtulabilirsiniz. Geleceğinize ise, Muhammedî amel ile kendinize yön vererek refaha ulaşabilirsiniz. Anlamaya çalışın, güzel ahlâkı ve iyi hali nasıl bulacağınızı yukarıda yazdım. Ölüm ötesini hafife almayın. Sizler yeter ki kurtuluş isteyin. Gerçek olarak kurtuluş isterseniz, mutlaka çaresini bilen bir kişiye rastlarsınız. O size Muhammedî hal ile yön vererek Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklandırır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Kaderimiz





Kaderi Nasıl Lehimize Çevirebiliriz?

23 09 2017

“Kendi kaderimizin tayini kendi elimizdedir. Zahmetli yaşamımız ise yaşamımızı şeriatsız hazırlamamızdan ileri gelmektedir. Bana sorsanız ki, “Biz şeriatlı yaşıyoruz ama her ne yapsak işlerimiz bozuluyor”… Bu da doğru. Bu konudaki suç sizlerin değil, buradaki suç güçlü insanların güçsüz insanlara çelme takmalarından ileri gelmektedir. İnsanlık henüz kastedilen insanlığa ulaşamadığı için güçlü insanlarda merhamet gelişmemiştir. Merhametsiz insanlar topluma kendi nefsî menfaatleri için zarar veriyorlar. İnsanlığa tavsiyem sabır ve metanetle Allah yolunda ilerlemeleridir. Herkesin kendi yaptığının iyilik ve kötülük olarak karşılığını bulacağını unutmayalım. Her kim ne kötülük yaparsa mesuliyeti kendi üstünedir. Onun için bizler hangi şartlar altında olursak olalım, elden geldikçe şeriatlı hareket ederek kurtulmaya, yani ebedî hayat için gerekeni yapmaya çalışalım. Çünkü sabır ve metanet göstermezsek yanlış üstüne yanlış yapmış oluruz. Halbuki insan olarak yanlışların neresinden dönersek kârımız oradadır.

İçinde bulunmuş olduğumuz durumdan dolayı Allah’ı suçlamayalım, Allah’tan yardım dileyelim. Allah’tan yardım dileyen yardım görmüş olur. Çünkü Allah diyor ki, “İsteyin benden vereyim. Dua edin icabet edeyim.” Evet, Allah’ı suçlamayarak, O’ndan yardım dilersek mutlaka yardım görmüş oluruz…

Şeriatlı hareket etsek de yaşam dediğimiz kaderimiz zahmetli oluyor. Bir türlü içinden çıkamadığımız durumlar ortaya çıkıyor. Bunun sebebinin güçlü insanların diğer insanların yaşam koşullarına çelme takmasından ileri geldiğini söylemiştik. Bu çelmeler ne diye sorarsanız, önce zenginlerin fakirlere yardım etmemeleri, üretmiş oldukları malları pahalı satmaları, iş imkanları varken iş vermemeleri, kendileri yüz bin kazanırken çalıştırdıkları insana on para vermeleri, mal stok etmeleri, benzeri yüzlerce olgu var… Siz bunları ayrı ayrı çözebilirsiniz.

Demiştik ki kaderimizi nasıl kendi lehimize çevirebiliriz? Kaderimizi hazırlayan hareketlerimizin ne olduğunu ve o hareketlerin hazırlamış olduğu yaşam çeşitlerini anlattım. Temelinde dünya telaşlarımızın ve de nefsî ihtiraslarımızın olduğunu söyledim. Şimdi de kurtuluşumuz ne yöndedir, kader yaşantımızı nasıl kendi lehimize çevirebiliriz bunu açmaya çalışalım. Kaderimiz bir yaşam çeşidi ise, bizlerin bu yaşam çeşitlerini düzgün hazırlamamız için şeriatlı yaşamı bulmamız lazımdır. Onun için de şeriatın ne olduğunu tam olarak anlamamız gerekir ki, ona göre yaşam sergilemiş olalım. Biz şeriat için diyoruz ki, şeriat, toplumun kabul ettiği, topluma zarar vermeyen, ayrıca insanî değer yargıları taşıyan bir yaşam biçimidir. İşte temel olan ana şeriat budur. Bu şeriatı düzgün yaşayabilmek için güzel ahlâk lâzımdır. Kastettiğimiz ahlâkı bulmak da Muhammedî yolu takip etmekle elde edilir. Muhammedî yol ise, dinî icraatlar olan İslâm’ın şartları ve de imanın farzlarına bir mürşit terbiyesinde, vicdanî titreşimle icra edilerek amaca ulaşılır. Bu şekilde yapılırsa Muhammedî yola girilmiş olur. Çünkü Muhammedî yol, insana maneviyat kapılarını açar. Manevî hal de insanı Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandırır. İşte bu tavsiyelerimi icra eden kişiler, içerisinden çıkılmayacak ve de kader dediğimiz karmaşık yaşamlar içerisine girmezler. Girmiş olsalar da kolay çıkarlar. Bu ilkeleri kabul etmez isek, hazırladığımız karmaşık yaşamları alın yazısı olarak kabul eder, onun için de kendi bunalımımızı Allah’ın üstüne atar ve de asi duruma düşeriz…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Kaderimiz





İnsan Kaderini Nasıl Hazırlar?

22 09 2017


“Hz. Muhammed “Nefsini bilen, Rabbini bilir” demiştir. Evet, insan kendi yüceliğini bilse, kendi hatasını kabul eder, ayrıca hiç hata işlememeye gayret eder. Bir kere düşünelim, Allah kaderimizi kendi elinde tutsaydı, bizim yaşamımızda, bize asla mesuliyet yükleyemezdi. Çünkü hiçbir insan Allah’ın ortaya koymuş olduğu kanunu çiğneme imkânına sahip olamazdı. Öyle ya, insan Allah tarafından bir hüküm altına alınacak, yine o insan dünyadaki yaşamında, Allah’ın tüm kurallarını çiğneyerek ona karşı gelmiş olacaktı. Bu mümkün mü? Böyle bir şey olmuş olsa, Allah güçsüz duruma düşmüş olmaz mı?.. Böyle şey düşünülemez -Kur’an-ı Kerim’de açıkça okuyoruz- çünkü Allah Kur’an’daki birçok ayetlerle, insanın kaderinin, insanın kendi elinde olduğunu defalarca demiştir.

Burada insanları yanıltan şudur ki, insan Allah’ın sıfatlarıyla donatılarak şekillendiği için insandan konuşulan, insandan icra edilen tüm olguları, Allah’ın kendisi etmiş gibi gözükmektedir, işte insanları yanıltan budur. Yani insanların yaptığını Allah’ın sahiplenmesinden ileri gelmektedir. İnsan Allah’ın sıfatlarıyla donatıldığı için ondan bir parça değil onunla bütünlük arz etmiştir. Onun için insanların yaptıkları da Allah’ın yaptığı gibi gözükmektedir. Allah’ın sübutî sıfatları Hayat, İlim, İşitme, Görme, İrade, Kudret, Kelâm ve Yaratıcılık’tır. Bu sıfatları incelediğimiz zaman, sıfatların hepsi de insanda mevcuttur. İnsanın kendi beden yapısı Allah’a ayna olduğundan, Hz. Muhammed “Beni gören Allah’ı görür” demiştir. Çünkü insanın hayatı, ilmi, işitmesi, görmesi, iradesi, kudreti, kelâmı ve yaratıcılığı aynen Allah’ın sıfatlarının kendisini andırmaktadır.

Evet, Allah’ın sıfatları bu kâinat menzilinde, şekilden münezzeh olarak, sonsuz kâinatı kuşatmıştır. Bu sıfatlar, kâinat aynasına insan suretinde yansımıştır. Zaten onun için Allah “İnsanı kendi suretimde yarattım” demiştir. Allah’ın sırrında insan olduğundan, bu kâinat aynası, Allah’ın sırrındaki insanı açığa çıkarıp, Allah’ın görüşüne sergilemiştir… Öyleyse insan, -Allah’ın sıfatlarıyla donatıldığı için- Allah’ın üstüne atfettiği kaderinin, kendi elinde olduğunu tez elden kabul ederek, hayatını ona göre tanzim etsin…

Bana sorulsa ki, “Sen kaderimizin kendi elimizde olduğunu diyorsun, kaderimiz kendi elimizde ise biz bu kader yaşamımızı nasıl hazırlıyoruz?” Ayrıca, “Bu kader değimiz yaşam stilimizi nasıl kendi lehimize çevirebiliriz?” Evet, bu sorunuz çok doğru bir sorudur. Onun için önce kaderimizi nasıl hazırlıyoruz onu açıklamaya çalışalım… İnsandaki yaşam çeşitleri, bir takım düşünceler neticesi hareket kavramlarımızdan ortaya çıkar. İnsanı hareket ettiren kendi düşünceleridir. Düşünce ise aile yapısının geçim telaşlarıyla, nefsî ihtiraslarımızın bedende açığa çıkmasıdır. Bu davranış da irade-i külliye’ye bağlanmadığımızdan ileri gelmektedir.

Evet, küllî irade’ye bağlanmadığımız için dünyevî işlerimizi veyahut telaşlarımızı akıl yönüyle yönlendirmeye çalışıyoruz. Aklımızı da arıtmadığımızdan, aklımız nefsin elinde oyuncak gibi olmuş oluyor. Nefs, kendi menfaati yönünde aklımızı kullandırarak her işimize yön verdiriyor. Böylece de Kur’an’daki “İyilik eden iyilik bulur, kötülük eden kötülük bulur” ayetinin hükmü altına girmiş oluyoruz. Küllî irade’ye bağlanmadığımız için de dünyadaki yaşam sistemimiz olan kaderimizi kendimiz tayin etmiş oluyoruz. Her olguda kendi menfaatlerimizi ön planda tutuyoruz. İnsanın kendi menfaatlerini ön planda tutması yerinde iyi olabilir. Ama bu menfaat başkalarına zarar etmediği müddetçe iyi sayılır. Ne var ki, kendi menfaatini ön planda tutan insan iyiliklerden uzak, düşünce ile hareket eder. Yani şeriatsız hareket eder. Şeriatsız hareket de insan için zahmetli yaşam ortaya çıkarır. İşte bu zahmetli yaşam, bizlerin alın yazısı dediğimiz kaderimiz demektir. İnsanoğlu gerçekleri bilmediğinden, bu zahmetli yaşama “alın yazısı ve de kaderim” diyerek “Allah bunu bu şekilde tayin etmiştir” deyip, suçunu Allah’ın üzerine atarak kendi suçunu hafifletmiş oluyor. Ama gerçeğe de ulaşmış olamıyor. Tekrar tekrar “Allah alın yazımızı böyle yazmış” diyerek bilgisizliğini ortaya koymuş oluyor…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Kaderimiz





Kalple Tanıma Gerçeği

21 09 2017

“Kaderi kendi elinde olan insanın hür olması gerekir ki mesuliyet altına girmiş olabilsin. Allah Kur’an’da “Herkes kendi amelinin rehinidir”, “Sizler ne yaparsanız onu bulursunuz” ve de “Ben hiç kimseye zulüm etmem” dediğine göre ve yine “Her insan kendi işlemiş olduğu işlerden sorumlu tutulacaktır” diyerek insanı mesul tutmuş olmuyor mu?.. O zaman insanın, bu konuda, Allah’ı sorumlu tutması bilgisizlik değil de nedir?.. Tabiî ki bilgisizliktir.

Kader demek, insanların içinde bulundukları yaşam çeşitlerinin kendisidir. Biz kendi elimizle kurup içine düştüğümüz yaşam çeşitlerimize “kaderimiz böyleymiş” demiyor muyuz? Hatta “Allah alnımıza böyle yazmış” da diyoruz… Halbuki insan, kendi hür iradesiyle bir işe karar veriyor, karar vermiş olduğu işi eyleme getirerek ortaya bir sonuç çıkarıyor. Çıkan bu sonucu yaşama mecburiyetinde kalan insan “Allah kaderimi böyle yazmış” diyerek, kendi suçunu Allah’ın üzerine atmaya çalışıyor. Belki bu şekilde davranmak, o insanın suçluluk duygusunu azaltmış oluyor. Oysa her şeriatsız kararın, eylemin sonucunda ortaya çıkacak yaşam mutlaka zahmetli olur. Bu zahmet dünyada da olabilir, ahirette de olabilir. Onun için kendi hür irademizle vermiş olduğumuz kararları, illâ da şeriatlı bir şekilde vermiş olalım ki, sonuçta Allah’ı mesul tutmayalım.

Allah “her yaptığınızı ben biliyorum ve de görüyorum” demiş olabilir, ama Allah’ın görüp ve bilmesi, insanın görüp ve bilmesi gibi değildir. Allah’ın görmesi ve bilmesi, bizim yaptıklarımızın ilim sıfatına yansımasıdır. Bu yansımanın menziline de Levh-ü Mahfuz, yani ana kitap denilmektedir. İşte konu da burada… Çünkü bu menzile ulaşan arif kişiler, Allah’ın ilim sıfatına insanların olumlu ve olumsuz hallerinden yansıyan olguları görünce, bu oluşumları Allah yazdı zannediyorlar. Onun için de kaderimizin Allah’ın elinde olduğunu söylüyorlar… Bu menzile giden arif kişiler, her şeyin bittiğini zannetmeyip bir perde daha açabilseler, Levh-ü Mahfuz’a yansıyan ve de insanların kaderi gibi gözüken bu oluşumların Allah tarafından yazılma değil de, insanların işlemiş oldukları olguların yansımaları olduğunu görüp ve de anlayacaklardır. Ne var ki bu menzile ulaşanlar, her şeyin bittiğini, kendilerinin de sona ulaştığını zannederek, tüm mesuliyetleri Allah’ın üzerine bırakmış oluyorlar. Kur’an ise “Siz ne yaparsınız o’sunuz”, “İyilik ederseniz iyilik bulursunuz, kötülük ederseniz kötülük bulursunuz” diyor. Bu deyim Kur’an’da mevcut olduğundan, kaderin insanın kendi elinde olduğu ispatlanmış oluyor. Kaderin insanların kendi elinde olduğunu inkâr etmek hiç kimseye fayda sağlamaz…

Biz diyoruz ki, insanların gerçekleri bilmemeleri, hatta Kur’an’ın bu deyimlerini anlamamaları, onların kalplerinin gerçeğe kapalı olmalarından ileri gelmektedir. Çünkü Allah diyor ki, “Gözünüzle gördüğünüzü, kulağınızla işittiğinizi, kalbinizle tanımaya çalışın.” İnsanlar kalple tanıma gerçeğini bilmediklerinden, akıllarıyla anladıklarını zannediyorlar. Onun için de, sıkıntıda oldukları zaman hemen suçu Allah’a atarak, “Sen alnıma böyle yazmasaydın ben bu duruma düşmezdim” diye, kendilerini savunuyorlar. Tarihimizin gerilerine baktığımız zaman, geçmiş kavimlerde birçok felâketlerin yaşanmış olduğunu görüyoruz. Bu felaketlere karşılık Allah, onların kendi yaptıklarından dolayı başlarına felâketlerin geldiğini Kur’an’da açıkça ifade etmektedir. Yani durup dururken, Allah tarafından hiç kimseye musibet verilmemiştir. Biz geçmişin bu deyimlerinden ibret alarak, içinde bulunmuş olduğumuz durumları Allah’ın üstüne atfetmeyelim. Bu sıkıntılı yaşamları insanlığın cehaletine bağlayalım ki, bu sıkıntılardan ibret alarak kendimizi düzeltme yoluna girmiş olalım. Geçmiş kavimler kendi felaketlerini, kendi kaderleri olarak, yanlış tutumlarından dolayı kendileri hazırlamışlardır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Kaderimiz