Farz olan Ben, yani Hakk’tır

26 10 2018

“Görünen hayvandır. İnsan, görünmeyen iç âlemini insan yaptığı zaman insan olur. Aksi halde hayvanlıktan kurtulamaz.

Hicab-ı kibriya olan bu beden içindeki mevcudu gizlediği için, biz bedene bakıp hepsine “insan” diyor ve aldanıyoruz…

Onun için bizim yapmamız gereken şey, madem ki bu âleme bu surette geldik, suretimize layık olmaya ve o sureti olması gerektiği gibi, yani insan olarak sahibine teslim etmeye çalışmaktır. Bunu yapabildiğimiz zaman emanete hıyanet etmemiş, insan olarak gelip insan olarak gitmiş oluruz. İnsanın ahiret elbisesini meydana getirecek olan iç âlemi olduğu için, tüm çabamız iç âlemimizi insan yapmaya yönelmelidir.

Bir insan için farz olan şey kendine bakmaktır. Kendine bakan, kendine acıyan, kâinata da bakar ve ona da acır. Kendine bakmayanın, ne kendine faydası olur, ne de kâinata… Onun için “Her şey insanın kendindedir” diyoruz.

Farzdan sonra vacip gelir. Vacip, çoluğa, çocuğa bakmaktır. Eğer bakılmazsa yuva, yani namaz bozulur. Burada secde-i sehv yapılırsa, yani karı veya koca, hatasını fark edip özür dilerse, o zaman namaz kurtulur, bozulmaz.

Vacipten sonra sünnet gelir. Sünnet, hısım, akraba ve yakınlara bakmaktır. Bu da sünnet-i müekkede (yakınlar) veya sünnet-i gayrı müekkede (daha uzak akraba ve hısımlar) diye ikiye ayrılır.

Bunlardan sonra ise müstehap gelir. Yani fakire, fukaraya yardım… Bunu yapmayan günaha girmez ama yapan, sevap kazanır.

Burada farz olan Ben, yani Hakk’tır. Hakk, önce kendini hakketmiştir ki burasının cem noktası olduğunu öğrendik. Bundan sonra mertebe mertebe halka inilir. Pek iyi, bu arada şeyten ne oldu? Ne olacak, cem’e gelinceye kadar zaten yok edilmiş, şeytanlıktan çıkarılmıştı.

Allah, her şeyi güzel yaratmıştır. Yarattıklarına nurunun vurmasıyla oluşan, gölgedir. Çirkin olan da bu gölgedir. İnsan da böyledir. Beden ruhun gölgesinden ibarettir. Görünen, gölge olan bu bedendir. Asıl, görünmediği için, insan da kendini göremez. Görmek için aynaya bakması gerekir. Ancak aynada gördüğü de aslı değil, yine gölgesidir. Onun için, zaman zaman çirkinliklerle karşılaşılır.

İnsanlar arasındaki üstünlük, sıfat açısındandır. Zâti açıdan Allah’ın kime ne verdiği bilinmediği için, insanları bu yönden değerlendirmek mümkün değildir. O, ne kadarını gösterirse, ancak o kadarı bilinebilir.

Allah’tan korkulmaz, çünkü o, daima insanın kendisiyle beraber olduğu için onu affeder. Ama sıfât durumunda olup daima insanın karşısında duran, insanın kendinden ayrı zannettiği halktan, korkulur. Kişi, ne zaman sıfâtın da kendinin olduğunu idrak eder, yani tevhidi bulursa, o zaman, bu korkusu kaybolur…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 494





İnsan, Beden Değil, Bedenin İçinde Gizlenmiş Olan

25 10 2018

“Allah, insanı manevi bir varlık olarak çok güzel surette yarattıktan sonra en aşağı âleme atıp kendini gizlemek için hayvani bir kalıp olan bu bedene sokmuştur.

Bu bedenin dahi, diğer hayvan bedenlerinden çok daha latif olduğunu görüyoruz. Cim olan bu bedenin me’vası (dış etkenlerden koruyucu tabakası) diğer hayvanlarınki gibi kürklü olmadığından, insan, dış etkenlerden örtünerek korunmak zorundadır.

İnsan bedensel olarak cim’dir, yani hayvandır. Allah “Ben hayvanı güzel surette yaratıp aşağının aşağısına attım” demediğine göre, insan olan ve güzel yaratılan, bu beden değil, onun içinde gizlenmiş olan insandır.

Allah, bedeni verip içine insanı gizlediği zaman ona, bu kılıfını korumak için gerekli seviyede aklı, yani akl-ı maaşı da vermiştir. Çünkü insan, yaşamak için yemek, korunmak için de barınak bulmak ve giyinmek zorundadır.

Allah’ın bize hayvan elbisesi vermeyişinin nedeni, bizim insan oluşumuzdur. Zât çıplaktır. Hicab-ı kibriya olarak verilmiş olan bu bedeni dahi, Allah’ın varlığını örtmek için bizim de saklamamız gerekiyor.

Vücudun bazı yerlerini Allah’ın kıllarla örtmüş olması yetmediği için, bizim bir daha örtmemiz gerektiğini, yine Allah, kendi koyduğu şeriatla bize öğretmektedir. Örtünmemiz Allah için değildir. O, her şeyimizle bizi bilmektedir. O, bizi soyunukken de, giyinikken de görüp bildiği için bizim örtünmemiz O’ndan değil, O’nun yarattıklarından sakınmamız içindir.

Halk arasında “Allah’tan utanan ayak tırnaklarını, kuldan utanan el tırnaklarını keser” diye bir söz vardır. Bunun nedeni, ayağı, üzerinde çorap olduğu için kulun göremiyor, buna karşılık Allah’ın görüyor olmasıdır. Burada Allah’ın görüyor olması, kulun, kendini biliyor olması demektir. Kişi kendinden, yani Zât’tan utandığı takdirde, tırnaklarını kesecektir.

Beden, insanın tecessüsüdür. Allah, bu husuta “Siz bakmayın, tecessüs etmeyin, ben zaten bakıyorum” <49-12> buyurmaktadır.

El tırnaklarının uzadığını herkes görür. Herkes dediğimiz ise hüvezzahir esması, sıfât yahut halktır. Halk, gördüğünü affetmez, karşısındakinin yüzüne vuruverir. İnsan, el tırnaklarını hüvezzahir esması olan halktan gizleyemeyeceği ve halkın tenkidinden kaçamayacağı için keser ki bu da sıfâttan çekinmek veya sıfâttan korkmak demektir.

İnsanın, insanı tanıma konusunda şaşırmasının nedeni, bedeni tanıyıp içindekini tanıyamamasıdır. Beden olarak görülüp değerlendirilen ne kusurlu beden yapısına sahip insanlar vardır ki onlar, eksik uzuvlarını, diğer sağlam uzuvlarıyla telafi etmişlerdir. Aralarında ayağını el yapıp ayağıyla resim yapanlar dahi vardır. Ancak bunların hepsi birer alettir ve iş, o alette değil, o aleti kullanandadır. Ayağıyla resim yapana veya elleriyle yürüyene bu işleri yaptıran kimdir? Tabii, içlerinde bulunan…

Onun için önemli olan, o içtekini, o güzel yaratılanı bulup bulaşmış çirkinliklerden arıtarak, yaratılışındaki güzelliğine kavuşturabilmektir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 492





İki’nin Bir’leşmesi

24 10 2018

“Beden, evvelce de söylediğimiz gibi bir gölgedir. Güneş vurduğu anda gölge kaybolur ama o güneş önden veya arkadan gelirse, o zaman gölge uzar. Allah “Gölgeyi uzatmıştır” <25-45> demekle, şu kadar yıl yaşayacaktır mesajını vermektedir. Bedenin gölge olduğu buradayken bilinmese bile sonunda, asla ulaşıldığında, öğrenilecektir.

Allah “Biz ona şah damarından daha yakınız” <50-16> dediğine ve her birimizde de şah damarı olduğuna göre, Allah parçalara mı ayrılmıştır? Asla ve haşa!.. Çünkü, O, güneş gibidir. Nasıl güneşin ışıkları odayı aydınlattığında “güneş geldi” diyorsak, bu da öyledir. Allah, füyuzatını, aynen güneş gibi, insanın kalbine verir. Füyuzat kalbe ulaştığında, insanın içinde bir kaynama başlar. Bu füyuzat fazla gelir de kaynama şiddetli olursa, bu kez insanın ağzından taşmaya başlar. İşte füyuzat ve sonucu budur. Allah, füyuzatını çektiği anda bu kaynama durur ve sıcaklık kaybolur… İnsan, bu varlık âleminde Allah’ın varlığıyla vardır. Allah’taki varlık “vacib-ül vücud”, bizdeki ise “mümkün-ül vücud” diye adlandırılır.

Allah, yaratıcılık gücüyle önce kendini, sonra da celal ve cemal güçleri vasıtasıyla Âdem’i yaratmıştır. Kendini nasıl yarattığını bilmiyoruz ama Âdem’i kırk gün hamurunu yoğurarak yarattığını kendi söylemektedir. Allah, Âdem’i annesiz, babasız, Havva’yı ise annesiz yaratmıştır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu için Havva’nın karşılığı, babasız yaratılan İsa; Âdem’in karşılığı da analı, babalı olan Hazret-i Peygamber ve biziz. Çünkü biz de analı, babalı yaratıldık.

Allah, insan bedenini simetrik yaratmıştır. İki göz, iki kulak vs. bunun delillerindendir. Ancak sonuçta bu ikiler birleşmiş olduğu için iki göz bir görür, iki kulak bir işitir. Bu birleştirme işi beyinde yapılmaktadır. Orada, mesela sarhoşluk gibi bir arıza olursa, o zaman, evvelce bir gören kişi çift görmeye başlamakta ve şaşılaşmaktadır. Allah ise şaşılığı sevmez.

Bilgisizlikten dolayı biri iki görenler de, bu âlemde şaşı olarak kabul edilirler.

Allah insana, hem dünyayı, hem de ahireti görsün diye iki göz vermiştir. Önce dünyaya, sonra ahirete bakılacaktır. İnsan açken namaz kılamaz. “Sofra ortadayken namaz kılınmaz” hadisi bunu anlatmaktadır. Çünkü aç ve sağlığı yerinde olmayan insan, ne Allah’ı düşünebilir, ne Peygamberi…

Cuma namazı şartları arasında sağlıklı olmanın bulunması da, yine aynı nedenden ötürüdür. O halde, sağlık her şeyin başında gelir. Bunun içinde bedensel sağlık kadar, ruhsal sağlık da vardır. Ruhsal sağlığı yerinde olmayan bir kimseye ilham gelir ve o kişi kendini toplayıp bir eser meydana getirebilir mi?..”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 490





İnsanın Güneşinin Doğması

23 10 2018

“İnsan, maddeten çok küçüktür, adeta hiç mesabesindedir. Ama aynası parlar ve o aynaya, gerçek sahibi olan Allah’ın nuru yansırsa, o küçücük insan öyle bir güneş halini alır ki gerçek güneş onun yanında sönük kalır. Bizim güzellik ve çirkinlik dediğimiz vasıflar, asılda değil, aslın örtüsündedir. Örtü güzel olursa “hicab-ı kibriya”, çirkin olursa da “hicab-ı gaflet” diye isimlendirilir.

Hicab-ı kibriya, azamet-i ilâhi olduğu için kulun iki eli ve gücü o örtüyü açmaya yetmez. Ama örtünün aralıklarından bazı sızıntılar olur. Görünen güzellikler de o sızıntılardan başka bir şey değildir.

İnsan bedeni, Allah’ın hicab-ı kibriyasıdır (ululuk perdesidir). İnsanın Allah’ı görmesi bu perde nedeniyle imkansızdır. Bu yüzden, Allah’a yaklaşma, ancak, dıştan ve sohbetle mümkün olabilmektedir ki bu da yavaş yavaş O’na karşı bir sevgi doğmasına yol açar.

İnsan bedeni, tıpkı bir aynanın camı gibidir. Nasıl cam, tek başına ayna görevi yapamazsa, insan bedeni de tek başına Allah’a ayna olamaz. Onun ayna olabilmesi için, tıpkı cam gibi, sırra ihtiyaç vardır. Bu sır ise nurdur ve o da tek başına bir işe yaramaz. Onun da cama ihtiyacı vardır. Yani, cam ile sır birlikte aynayı meydana getirir ve o zaman üzerine vuran ışığı yansıtabilir. İşte, Allah’ın görülebilmesi için Muhammed aynasının gerekliliği bundan dolayıdır.

Allah kendini bilir. O’nun âleminde kendinden başka bir şey yoktur. Beşerin Allah hakkındaki bilgisi, Hazret-i Peygamberden öğrendiği kadardır. Bu durum Müslümanlarda böyle olduğu gibi, diğer dinlerde de böyledir. Allah her din mensubuna gönderdiği peygamberler vasıtasıyla kendini bildirmiştir. Gönderilen peygambere inananlar, Allah’a da inanmış ve O’nu bilmişlerdir. İnanmayanlarsa, sadece Allah’ın adını duymuş ama ne olduğunu bilmeden helâk olup gitmişlerdir.

Bedenimiz bize emanettir. Bu nedenle ona iyi bakmamız gerekir. Bu doğru… Ama bir hayvan bile sahibini bilip tanır ve onu bulabilirken, bize bir de akıl nuru verildiği halde, sahibimizi bilip tanıyamamamız, yapabileceğimiz en büyük hata olmayacak mıdır? Bu duruma düştüğümüzde hayvandan daha aşağı düşmüş olmayacak mıyız?

İnsanın sahibini bilip bulması, onun güneşinin doğması demektir ki bu gerçek anlamıyla bayramdır. Bu konu ileride çok daha geniş bir şekilde anlatılacaktır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 490





İnsan, Ne Zaman Gördüğü Hayalden Vazgeçerse, Geriye Kalan Allah’tır

22 10 2018

“Kâinattan evvel yaratılmış olan insan, o âlemden, bir nur (zigot) olarak bu âleme gelinceye kadar milyonlarca, belki milyarlarca yıl boyunca pek çok âlemlerden geçmiştir. Bu geçişlerden sonra, ana rahminde kendisine hayat verilmesiyle yavaş yavaş bedeni oluşmaya başlamış ve dokuz ay on gün sonra bebek olarak bu dünyaya gelmiştir. Dünyaya geldikten sonra, önceleri dört ayakla yürümeye, emeklemeye başlamış, sonra kayyum esmasının mazhariyetiyle kıyam edip ayağa kalkmış, önceleri düşe kalka yürürken, sonra dengesini bulup doğru yürümesini öğrenmiştir. Aynı şekilde, önceleri sadece dinlerken, bir süre sonra konuşmayı da öğrenerek insan olmaya yüz tutmuştur. Daha sonra terbiye edilip gerçek insanlığa aday olduğunu göstermiştir ki bu konulara ileride insan terbiyesi bahsinde geniş olarak yer vereceğiz.

Biz, insan olarak beden ve aslı Nur-u Muhammedî olduğu halde ruh adı da verilen, Allah’ın nurunun feyzinden yaratıldığımız için bu nurumuz sabittir. Bizim bu nur etrafındaki hareketimiz, tıpkı dünyanın güneş etrafında dönüşüne benzer. Bu nedenle, kâh karanlıkta kalır, bedenimizle uğraşır; kâh aydınlığa çıkar ve mânâ, yani ruh tarafımıza ağırlık veririz. Böylece gece ve gündüz bizde tecelli etmiş olur. Yaratılışımız beden ve ruhtan müteşekkil olduğu için bu durumu bir şiirimizde
        Nur ile zulmetten yoğurmuşlar seni
        Canını nur anla zulmet bu teni
diyerek özetlemiştim. Bunun daha da açık anlatımı “İnsanın beden karanlığından kurtulabilmesi için ilim nurundan istifade etmesi ve o nurla aydınlanması gerekir” şeklinde olabilir.

İnsanın vücudu bu ikilik âleminde bir hayalden, kendi hayalinden ibarettir. İnsan, aslını göremediği için gördüğü hayalini hakikat zannetmektedir. Tıpkı Allah’ı göremediği için kâinatı gerçek zannettiği gibi… İnsan, ne zaman gördüğü hayalden vazgeçer ve geriye ondan bir şey bırakmazsa, o zaman geriye kalan Allah’tır. İnsanın biri iki görmesi şaşılığındandır. Şaşılıktan kurtulmanın da iki yolu vardır. Bunlardan biri şaşılığı düzeltmek, diğeri ise kendini yok etmektir. Lâ şaşılıktan kurtulma yoludur. Kurtuluşun habercisiyse İllâ’dır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 489





Her Bakış Farklıdır Bütün Yüzlere

21 10 2018

“İnsanın kendine bakışı da farklıdır. Kimi halk diye bakıp içinde sadece mide, bağırsak var zannederken, kimi, kemâle erip Hakk diye bakar ve iç âleminde olanların yanında kâinatın bir hardal tanesi kadar kaldığını fark eder. Keza, kimi benim diye, kimi senin diye bakar kendine… Bunlar hep insanın bakış açılarıdır. Ben, bu farklılığı belirtmek için bir ilâhimde “Her bakış farklıdır bütün yüzlere” diye yazmıştım. Bu bakışlarda önemli olan, kişinin zevki ve vicdanının rahat olup olmamasıdır.

Bu arada, insanda; doktorun da, eczanenin de bulunduğunu bir kere daha hatırlatmakta fayda vardır. Karaciğer, böbrek, dalak ve diğer organlar adeta başhekim durumundaki beynin kontrolü altında çalışan bir uzman hekimler grubu gibidir. Vücut bir işlevini tam olarak yerine getiremediği zaman, dışarıdaki bir doktora müracaat etmek gerekir.

Dışarıdaki doktorun da maddisi ve manevisi vardır. Psikiyatristler bir nevi manevi doktor sayılırlar. Hastayı ikna edip söylediklerine inandırarak, ona yaptıkları telkinlerle şifa verirler. Bunu yapabilmek için bazen hastanın dikkatini başka noktalara çekmek gerekebilir. Bu duruma örnek olarak şöyle bir vakadan bahsedilir: Devamlı karın ağrıları şikayetiyle doktor doktor dolaşan bir hastayı, son müracaat ettiği hekim bir psikiyatriste gönderir. Psikiyatrist hastayı muayne eder ve ona, karnında bir ur olduğunu, bu ur nedeniyle kırk günlük ömrü kaldığını, onun için boşu boşuna doktor doktor dolaşmamasını söyler. Hasta inanır ve evine gidip gün saymaya başlar. Aradan kırk gün geçip de ölmeyince, derhal psikiyatristine gider ve ona yanlış bir teşhisle kendisini bu kadar sıkıntıya sokuşunun hesabını sormaya kalkar. Bunun üzerine psikiyatrist onu karşısına alır ve bu süre içinde karnının ağrıyıp ağrımadığını sorar. Hasta ağrımadığını söyleyince, neden böyle bir yola saptığını anlatıp aslında bir hastalığı olmadığını, kendisini çok dinlediği için ağrıları olduğunu zannettiğini ve dikkati başka bir yöne çevrilince şikayetinin kaybolduğunu izah eder.

Onun için, en zor mesleklerden bir doktorluktur. Eğer doktor maddi bilgisi kadar manevi ilimlerden de nasip almışsa, o doktorun tedavi edemeyeceği hasta çok azdır. Çünkü o maddi hekimliğine, Hakk’ın lütfuyla, bir de manevi hekimlik eklemiştir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 488





De ki: Biz Allah’tan Geldik ve Sonunda O’na Döneceğiz

20 10 2018

“İnsan, ceset itibariyla, evvelce verdiğimiz deniz örneğindeki bir dalgadan ibarettir. Ama akıl itibariyla, bu deryada sonsuza ulaşabilir.

Ceset dediğimiz dalga kırk, elli veya altmış yılda sahile ulaşır, çarpar ve geri dönüp tekrar denize karışır, denizde kaybolur. Böylece “De ki: Biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz” <2-156> gerçekleşmiş olur. İnsan denen bu dalga, sahile vurup tekrar aslına dönünceye kadar haşırdayıp huşurdayarak ilerlerken, kendini, kendinin denizden olduğunu, yine o denize döneceğini, o denizin kendinin olmadığını, aslına bakılırsa kendinin hiçbir şey olmadığını bilir ve bu bilgiye uygun davranışlar gösterirse, rahata kavuşur.

Akıl ve can birer mânâdır. Beden ise maddedir. Allah, insandaki bu mânâları alıverirse, beden ne işe yarar?

Mânâ, Allah’ın eli, madde ise hamur olarak düşünülmelidir. Allah “Ben insanın hamurunu iki elimle kırk gün yoğurdum” demekle, insanı kırk gün düşünerek yarattığını anlatmaktadır.

Allah’ın eli, kullarının elidir. “Eli olurum, benimle dokunur” deyişi, “Yapmak istediğimi kulum vasıtasıyla yaparım” demektir. Allah’ın kulları vasıtasıyla iş görmesi de böyledir. Aynadan aynaya yansıyan görüntü sonunda O’na ulaşır.

Her insan, doğduktan sonra büyüyecek, olgunlaşacak, yaşlanacak ve ölecektir. İnsan bedeninde her an değişiklikler olmaktadır. Ama birbirine eklenip gittiği için biz bunların farkında olmuyoruz ve daima bir önceki halimizi benimsiyoruz. Bunun nedeni, kendi güzel taraflarımızı görmek istememizdir.

İnsan her ne kadar hoşlanmasa bile, er veya geç, çocukluk, delikanlılık, gençlik, olgunluk ve yaşlılık hallerinin birbirinden farklı olduğunu idrak edecektir.

İnsanın güzel yanlarını görmek istemesi tabiidir ama dinimizce en büyük günahlardan biri, kişinin kendini beğenmesi ve gururlanmasıdır. Allah’ın bunu bildirmesi de bir nevi ilâhi uyarıdır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 487





Madde ve Mânâ

19 10 2018

“Esfele safiliyn bu âlemdir. Her şeyin tortusu nasıl dibe çökerse, insanın tortusu da beden olarak bu âlemde görünür hale gelmiştir. Bizler bedenimize insan nazarıyla baktığımız için yanılıyoruz. Bu bedene “beşer” denir ve konuşan bir hayvandan ibarettir. Bundan dolayı yiyip içip üretmekten ve bunları yapabilmek için de her türlü gayri meşru yola girmekten çekinmeyip, nereden gelip nereye gittiğini, yaptığının iyi mi, kötü mü olduğunu hiç düşünmeden gelişmiş bir maymun gibi yaşayıp gider. Bu arada kendisine öğretilenleri taklitle tekrarlayıp ezberlediği birkaç basit yasaktan kaçınmayı marifet sanar. Örneğin, faiz haramdır diye bankaya para yatırmaz, ama birbirini kandırmaktan ve kara parayı aklayıp yemekten çekinmez. Haram yiyip gözü kara olanların, Allah’ın harim-i ismetine giremeyeceğini hiç aklına bile getirmez.

İnsan iki şeyden müteşekkildir. Madde ve mânâ… Bunlardan madde “Lâ”, mânâysa “İllâ”dır. Böyle olduğu içindir ki biz “Lâ ilâhe illallah”ı insanın kendisinde buldurmaya çalışıyoruz. Bunu nasıl yapmaya çalıştığımızı da ileriki bahsilerde izah edeceğiz.

İnsan dediğimiz canlı, tüm latif âlemleri ve son olarak da anasır-ı erbaayı geçip bu âleme gelmiştir. Geçtiği âlemleri ve geldiği yeri bilmediği için hemcinslerine düşman olup çıkmış ve herkesle kavga eder olmuştur.

İnsanın insan olabilmesi için önce düşmanlıkları kaldırıp aslını bilmesi, sonra da yokluğunu idrak etmesi gerekir ki O’nun himayesi altına girip tevhidin zevkine varabilsin. Lîmaallah sırrına erip cennete giriş, ancak bundan sonra gerçekleşecektir.

İnsan dünyaya, önce bir tohum, bir sperm olarak gelmiştir. O spermin de genetik yapı itibariyla XX ve XY kromozomları ihtiva eden iki türü vardır. XX yapısından olanlarından kız, XY olanlarından ise erkek çocuk dünyaya gelir. Ama her iki türü de on sekiz bin âlemi kendinde toplayan bir tohum olarak bilinmeli ve çocuğun erkeğini, kızını değil, hayırlısını istemelidir. Çünkü burada, cinsiyetin önemi yoktur.

İnsan, bu yönüyle incire benzetilir. Zira, onun içinde de her biri birer ağaç olabilecek binlerce çekirdek vardır. İncirdeki bu çekirdeklerin insandaki karşılığı spermlerdir. İnsanda bir santimetreküp ejakülatta üç milyar civarında sperm olduğu bilinmektedir. Bu kadar bol oluşu, insanın tabiattan yok olmaması içindir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 485





Haşrolan ve Neşrolan

18 10 2018

“İnsan gibi, kâinatın esası da, Allah da birer mânâdır. Madde olarak görünen her şey bir elbiseden ibarettir. İnsan için “Sonra onu aşağının aşağısına attık” <95-5> denmiş olması, ona bu elbisenin giydirildiğini anlatmaktadır. Bu elbise de, o mânânın dondurulmuş halinde başka bir şey değildir ve sonunda yine dağılacak, yani neşrolacaktır. Neşrolduktan sonra tekrar, santimetre küpünde üç milyar hücre bulunan ejakülat kümesindeki bir sperm olarak, ana rahmindeki yumurta hücresiyle birleşerek bir zigot oluşturacaktır. Bu zigot, ana rahminde, her biri bir nefis mertebesine tekabül eden yedi erbain çıkarttıktan sonra, bebek olarak dünyaya gelecektir. Siz de, ben de hep böyle dünyaya gelmedik mi?

Ancak Allah, daha sonra bana bir mürşit ihsan etti. O, benden gayrı değildi. Bu mürşit vasıtasıyla anlamım haşroldu, şimdi de size neşroluyor. Ben burada bedenen haşrolmuş durumdayım. Manen ise neşrolmaktayım. Bu durum, ileride Haşır-Neşir bahsinde çok daha geniş bir şekilde anlatılacağı gibi, tıpkı, radyo dalgalarının bir anten vasıtasıyla neşredilmesine benzemektedir. Bu dalgalar nereye yayılıyor? Benim ahiret vücuduma… Bu yayılan mânâ zerrecekleri orada toplanıp bir ekranda görünecektir. Aynen Ankara’dan yapılan televizyon yayınının, buradaki bir televizyon alıcısında toplanması ve bir görüntü oluşturması gibi… Orada oluşacak görüntü, benim buradaki antenimden neşrettiğim görüntünün aynısı olacaktır. İşte “ahiret vücudu” denen şey budur. Buna “vücud-u müktesebe” de denir.

Vücud-u müktesebe iktisab edildiğinde (kazanıldığında) Allah isterse, o mânâ tekrar yeryüzünde görünür ki buna “menabir-üş şühûd” adı verilir. Yani ben şimdi minbere çıkmış ve sizi görüyor durumdayım. Bu durumda benim vücudum “mezahir-ül vücud”, ruhum ise “menabir-üş şühûd”dur. Buralar işin ince noktalarıdır. Eğer saf ve temiz olursanız, Allah kapılarınızı açar ve bunların idrakine vardırır. Bunun kolaylaşması için “Ey halden hale geçiren Allah’ım, benim halimi de güzel bir hale tahvil et” diye istekte bulunmak gerekir. Burada “halden hale geçiren” yerine “kapıları açan”, yahut “kalbi değiştiren” demek de mümkündür.

Vücud-u müktesebe, insanın bu dünyada yaptığı zikzaklarla, gidip gelmelerle dokuduğu halıdır. Bu halının nasıl dokunmuş olduğunu ve motiflerini insan öbür âlemde görecektir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 484





İnsan Bir Mânâdır, Bir Anlamdır

17 10 2018

“Bazı kitaplarda “Allah, kâinatı cevher olarak yarattı. Ona bakınca hayâsından eriyip su haline geldi, aşkından kaynayıp kaya halini aldı. Onların parçalanmasıyla toprak ortaya çıktı. O topraktan da bitki, hayvan ve nihayet insan meydana geldi” diye yazılıdır. Darwin nazariyesi de bundan alınmadır ve insanın bedensel gelişimini izah eder. Sadece bedenden ibaret olmadığı için, bu izah tarzı, insanın ne olduğunu anlatmaktan acizdir. Çünkü insan evvelce de anlattığımız gibi “Ben önce ruhu yarattım“dadır ve yaratılışı, kâinatın yaratılışından öncedir. Kâinat, sonradan insana bir elbise olarak yaratılmıştır. Darwin nazariyesi, bu elbisenin yaratılış teorisidir.

Beden adı verilen bu elbise, bizim yiyip içtiklerimizden ibarettir. Aldığımız gıdalar bize et, kemik olmakta yahut mevcut elbisenin eskiyen yerlerini tamirde kullanılmaktadır. Yani “geri dön” emri gelinceye kadar elbisemizi sağlam tutmaya yaramaktadır. İnsanı insan yapan can dediğimiz varlıkta ise, ölüm diye bir şey yoktur. O nedenle çok rahat bir şekilde ölenin arkasından “canı sağ olsun” dememiz mümkündür. Çünkü canı zaten sağdır ve aksini düşünmek ahireti inkâr anlamına gelir. Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için şunları bir kere daha tekrarlamada fayda vardır: İnsan bir mânâdır, bir anlamdır. “İnsanı yarattık” <95-4> ayeti bu anlamın ifadesidir. Allah’la ünsiyet eden de bu anlamdır. Biz mânâ olarak geldik, yine mânâ olarak gideceğiz. Bedenimiz, bu mânânın muhafazası için oluşmuş bir kafesten ibarettir. Eğer itibar bedene olsaydı, insanlar sevdikleri öldü diye mezara gönderirler miydi? Anlamı gittiğinde, bu bedenin hiçbir şey ifade etmediği, buradan da belli değil midir?

Keza, benim bedenimde ne vardır? İş benim söylediklerimdedir. Ama bu sözlerim dahi bir anlamın elbiselerinden ibarettir. Çünkü o anlamı söz elbisesi giydirmeden anlatmak mümkün değildir. Mânâyı size anlatabilmek için ona harf, kelime ve cümle elbiseleri giydirmek zorundayım. Eğer dilsiz olsaydım, o zaman da aynı mânâya hareket yahut işaret elbisesi giydirmek zorunda kalacaktım…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 483