“Görünen hayvandır. İnsan, görünmeyen iç âlemini insan yaptığı zaman insan olur. Aksi halde hayvanlıktan kurtulamaz.
Hicab-ı kibriya olan bu beden içindeki mevcudu gizlediği için, biz bedene bakıp hepsine “insan” diyor ve aldanıyoruz…
Onun için bizim yapmamız gereken şey, madem ki bu âleme bu surette geldik, suretimize layık olmaya ve o sureti olması gerektiği gibi, yani insan olarak sahibine teslim etmeye çalışmaktır. Bunu yapabildiğimiz zaman emanete hıyanet etmemiş, insan olarak gelip insan olarak gitmiş oluruz. İnsanın ahiret elbisesini meydana getirecek olan iç âlemi olduğu için, tüm çabamız iç âlemimizi insan yapmaya yönelmelidir.
Bir insan için farz olan şey kendine bakmaktır. Kendine bakan, kendine acıyan, kâinata da bakar ve ona da acır. Kendine bakmayanın, ne kendine faydası olur, ne de kâinata… Onun için “Her şey insanın kendindedir” diyoruz.
Farzdan sonra vacip gelir. Vacip, çoluğa, çocuğa bakmaktır. Eğer bakılmazsa yuva, yani namaz bozulur. Burada secde-i sehv yapılırsa, yani karı veya koca, hatasını fark edip özür dilerse, o zaman namaz kurtulur, bozulmaz.
Vacipten sonra sünnet gelir. Sünnet, hısım, akraba ve yakınlara bakmaktır. Bu da sünnet-i müekkede (yakınlar) veya sünnet-i gayrı müekkede (daha uzak akraba ve hısımlar) diye ikiye ayrılır.
Bunlardan sonra ise müstehap gelir. Yani fakire, fukaraya yardım… Bunu yapmayan günaha girmez ama yapan, sevap kazanır.
Burada farz olan Ben, yani Hakk’tır. Hakk, önce kendini hakketmiştir ki burasının cem noktası olduğunu öğrendik. Bundan sonra mertebe mertebe halka inilir. Pek iyi, bu arada şeyten ne oldu? Ne olacak, cem’e gelinceye kadar zaten yok edilmiş, şeytanlıktan çıkarılmıştı.
Allah, her şeyi güzel yaratmıştır. Yarattıklarına nurunun vurmasıyla oluşan, gölgedir. Çirkin olan da bu gölgedir. İnsan da böyledir. Beden ruhun gölgesinden ibarettir. Görünen, gölge olan bu bedendir. Asıl, görünmediği için, insan da kendini göremez. Görmek için aynaya bakması gerekir. Ancak aynada gördüğü de aslı değil, yine gölgesidir. Onun için, zaman zaman çirkinliklerle karşılaşılır.
İnsanlar arasındaki üstünlük, sıfat açısındandır. Zâti açıdan Allah’ın kime ne verdiği bilinmediği için, insanları bu yönden değerlendirmek mümkün değildir. O, ne kadarını gösterirse, ancak o kadarı bilinebilir.
Allah’tan korkulmaz, çünkü o, daima insanın kendisiyle beraber olduğu için onu affeder. Ama sıfât durumunda olup daima insanın karşısında duran, insanın kendinden ayrı zannettiği halktan, korkulur. Kişi, ne zaman sıfâtın da kendinin olduğunu idrak eder, yani tevhidi bulursa, o zaman, bu korkusu kaybolur…”
Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Tasavvufta İnsan Kavramı, İnsanın Bedenle İlişkisi, s. 494