Düşünceden Tefekküre

30 06 2017

“Ben Allah’ın bize tayin ettiği İslâm’ın şartını icra eden ve de Âmentü’ye inanan bir kişiyim ve de varlığımız olan Allah’a candan bağlıyım. Onun sevgisinden başka bir düşüncem yoktur. Allah’ın sübutî sıfatlarının sırrına eren bir kişiyim. Onun için sana şunu demek istiyorum ve de diyorum ki, Allah varlığına ulaşan kişi onun hayret denizine düşmüş durumdadır. O denizde yaşadığımız yaşam senin dünyada hasretini çektiğin yaşamın kendisidir. Belki de ondan milyar kere daha güzel yaşamdır. O menzilde yakmak, yıkmak, düşünmek gibi bir ortam yoktur. Yalnız ve yalnız hasretini çektiğimiz yaşam vardır. O yaşam da aklın düşünemeyeceği kadar güzeldir. İşte o yaşamda, evren gibi, dünya gibi sonucu olan yaşam kaygıları hiç yoktur. O menzilde Allah, Rab, Hak, ruh, şeriat, tarikat, hakikat, marifet benzeri isimler ve olgular da yoktur. Orada bir olgu vardır, sen ve senin hükümranlığın. Zaten onun için Allah demiştir ki, “Ben Âdem’i yeryüzüne halife olarak yarattım”. Demek ki, sen ezelde hükümrandın ki dünyada da öyle oldun.

İşte sen, böyle bir yaşama lâyık yüce bir kişisin. Bunların hepsini mürşit talebesine zaman içerisinde anlatır… Ve de talebesine der ki, sen de insanlara anlat ki kendi değerlerini bilsinler ve süflî hayatın bağlarını bir an önce çözmeye baksınlar. Yeryüzünde halifelik demek, tüm yeryüzünün canlısı, cansızı ile her zerresini koruması gerektiğini insanın bilmesi demektir. Çünkü insan halifeliği ile kendisine emanet edilen bu beldeyi insan gibi korumaya mecburdur. İnsan bunu başaramayacak olsaydı Allah onu yeryüzüne halife, kendisine de vekil tayin etmezdi. “Kim etmezdi” diye sorulursa, “Allah etmezdi” deriz. İnsan için bu ne büyük bir şereftir. İnsan bu şerefe lâyık olmazsa ona yazıklar olsun derler. Onun için elini çabuk tut, biran önce nefs mertebelerini şeriatlı dinî icraatlarla aşmaya çalış.

Mürşidi müridine Safiye makamında bu sözlerin tümünü anlatırken, ona Allah’ta yaşaması için ne kadar sır bilgiler varsa hepsini açmaya çalışır. Yaratılmanın sırrını, yaşamın güzelliklerini, ezelî, ebedî, zahirî ve batınî bilgileri, burada sayıp sayamayacağım ne kadar bilgi birikimi var ise hepsini bir bir anlatır. Ayrıca nefsin mertebelerini aştığı ve Allah’a yakınlaştığı için oradaki konumunu hiç bozmadan taşıması için gereken tüm bilgileri hem nazarî, hem amelî olarak hepsini talebesine anlatır. Evet, Allah’ın niceliğinin tüm sırları İslâm’ın şartı ve imanın farzı olan ibadet sistemlerinin sırrında gizlidir. Talebesine de bu sırları anlatmasını önerir…

Diyoruz ki, sonsuzluğun sırlarını dinî ibadetlerin icrası insana sergiler. Ama insan bilen bir mürşitle yola çıkarsa bu sırları çözer. Yaratılışın ve yaşayarak Allah’a ulaşmanın sırrı, Allah’ın emriyle Hz. Muhammed’in bizlere önerdiği dinî ibadetlerin sırrında gizlidir. Her kim ki icra etmiş olduğu dinî ibadetlerini sevap günah ötesinde arınmak için icra ederse, o kişi ebedî hayatındaki yaşama adresini bilir ve de orada yaşama hakkına sahip olur. Zaten nefsimizi bilmek de, dinî icraatlarımızı arınma yönünde aralıksız olarak icra etmemize bağlıdır. Çünkü icra etmiş olduğumuz dinî ibadetler, yaratılış ve yaşam sistemlerimizin sırlarını kendi sinelerinde gizli olarak taşımaktadırlar. Bizim ibadetlerimizi, günah ve sevabın ötesinde, vicdanî titreşimle gerek zikirleri, gerek namazı ve oruçları, gerekse Kur’an okumayı, zekât ve sadaka vermeyi gönül hoşluğu ile aralıksız yapmamız lâzım. Çünkü, Kur’an ve ibadetlerimizi yüzeysel icra etmek mektubun zarfına bakmak gibidir. Hâlbuki bize lâzım olan bilgiler bu zarfın içerisindeki mektupta mevcuttur. Onun için zarfı açıp mektubu okuyarak kendimizi ona göre tanzim etmeliyiz. Çünkü, nefsi terbiye de ancak bu yollarla mümkün olabilir. Bu gerçekleri anlamazsak, nefs insanın kendisi dememiz bize hiçbir fayda sağlamaz. Onun için diyorum ki, nefsi bilmek insanı kurtarmaz. Nefsin 7 mertebesi kendi kuralları içerisinde dinî icraatlarla aşılırsa Rab bilinir, yolumuza devam edebilirsek bilmiş olduğumuz Rabbimize ulaşma imkânımız olur. Her fırsatta nefs dememin sebebi, onu bilmekle ancak Allah’a ulaşabilmek mümkün olduğu içindir.

Kur’an’da ismi geçen 28 peygamberin sözleri de insanları Allah’a iman etmeye ve onun emirlerini tutmaya yöneliktir. İnsanların Allah’ı bilmeleri gerekir ki, O’na yakışır şekilde ibadetlerini icra edebilsinler. Çünkü, Allah kendi zatında sonsuzluğu kaplamıştır. O’nun zatını bilmek mümkün olsa da, zatını görmek mümkün değildir. Ama Allah’ın sıfatlarını bilmek ve o sıfatlardan şekillenen cemalini görmek ve Allah’ı her yönüyle bilmek ayrıca Allah’a ulaşmak, O’nda yaşamak mümkündür. Yalnız bu dediklerimi anlayabilmek veyahut yaşayabilmek, kişinin kâmil bir mürşitle dinî ibadetlerini icra ederek nefs mertebelerini her yönüyle aşabilmesi ve Allah’a ulaşmasıyla olur. Dinî ibadetler bir mürşit terbiyesinde icra edilirse o mürşit kişinin olumsuz düşüncelerini siler. Onun düşüncesini tefekküre çevirir. Biliyorsunuz tefekkür birçok ibadetin önünde tutulmuştur. Nedeni ise tefekkürde algılama niteliği vardır. Tefekkür insana derin ufuklar açar…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Nefs Hakkında





Mürşit

29 06 2017

“Sen yalnız beden değilsin, bedenden öte sırda Allah’ı ve cemalini ayrıca da yaratılışta Rab, Hak, ruh, ruhlar, melekler, Âdem kisvesi taşımaktasın, ayrıca gönlünde Allah’ı taşıyan insan ilkesine sahipsin. Yani sırda Allah’ı taşıyıp, özünde Muhammediyed’sin. Bu evren senin için yaratıldı. Allah seni kendi suretinde yarattı. Onun için kendi kıymetini bil de kendi nefsini bilme yolunda bilen bir kişiye ulaşmaya çalış…

Gerçekler gözlerimizin önünde, bizler bu dünyada mutlaka bir maksat için bulunuyoruz. Bizim bu dünyada bulunmamız için hiçbir zaman, hiçbir menzilde tasarlanarak, düşünülerek, yaratılışa başlanılmamıştır. Esasta varlığımız bu düzene şartlı olduğu için biz bugün bu dünyadayız. İyi anla ki varlık ortada, var olan ortada, olaylar da ortada, sen de ortadasın, bunları tefekkür etmen için de yaratılışta her meziyet sana yansımıştır. Tüm bu olgular senin varlığında mevcuttur. Biz bu ortamda gerçek olanı bulup ortaya çıkaramazsak geleceğimizden haberimiz olmadan, kendimizi içinden çıkılmaz bir ortamda bulabiliriz.

Şu gördüğün evrende senin kendine hizmet etmen lâzım. Her olguyu tefekkür edip gerekeni yapmaya senin istidadın var. Bu dünyada akıllara durgunluk verecek işleri becerebiliyorsun da niçin geleceğini kurtaracak yolu aramıyorsun? Ara, sen ara, aramaya devam edersen bilen kişi mutlaka seni bulacaktır. Kendine çare aramazsan sonra derdine asla çare bulamazsın, iyi düşün…

Mürşit talebesine, tüm insanlığa bu şekilde seslenmesini tavsiye eder. Öyle değil mi? Birbirimizin felâketine harcadığımız paraları, refahımıza yönelik harcamaya çalışsak, bu dünya gibi çok dünyalar bulabiliriz. Çünkü Allah semavâtı insanlara muhassas kılmıştır… Bugün elde olan müspet bilimle manada sır olan birçok olguları açığa çıkarabiliriz. O zaman hem bu dünyamızı hem de ölüm ötesini kazanmış oluruz. Unutmayın ölüm ötesi var, hem de çok yakındadır. Niçin ayrılık yapıyoruz? Hepimiz aynı varlıktanız, aynı soydan, aynı benzerlikte insan olduğumuz halde neden üç günlük dünya için tüm geleceğimizi mahvetmeye çalışıyoruz… Allah’a güvenip de kendi yaptıklarınızdan başka bir şey beklemeyin “ne ekerseniz, onu biçersiniz”. Bu deyim hem dünyada hem de ölüm ötesinde geçerlidir… Unutmayın kurtuluş sizin vicdanınızın sesini dinlemenizdedir. Biz nefs terbiyesiyle kendimizde bulunan kini, hasedi, inadı, yalanı, kıskançlığı, cimriliği, zalimlik ve gaddarlığı, benzeri tüm olguları kendi nezdimizde sevgi güneşiyle yakıp, aşk ateşiyle yok etmeye çalışmazsak, hiçbir zaman kurtuluşu bulamayız.

Yaşamın bu kadar güzellikleri varken, yok olmak niye? Niçin güzelliklerden mahrum kalalım? Ebedî hayatın güzelliklerini yaşayabilmek için bir yerde insan kendisini maddeden soyutlayıp, manada yeniden yaratarak, arınmışlık yolunu illâ da seçmelidir. Herkesin bilmesi lâzım ki her yaşta, her ortamda kurtuluş kapısı açıktır. Onun için biz arınmayı ön plânda tutalım. Mutlaka kazançlı çıkarız. Bugün kendi kendimize uzak kalmamızın sebebi, bizim varlığımızı dışarıda aramamızdan ileri gelmektedir. Hâlbuki kurtuluş kapısı, bizim kendimiziz. Unutmayın insan kendisini yeniden yaratma imkânına sahiptir. Bu yaratma anneden doğma gibi değildir. Bu yaratma arınmış olarak, ölmeden ölmenin sırrını çözüp dünyada yaşarken ölüm ötesine yaratılmaktır. Unutmayın, bu dünya insana hizmet için vardır. Sen hizmetçinin efendisi olmayı başarmaya bak, çünkü insanın kendisi kendisine yardım eden en iyi doktordur. İnsanlığa yardım etmek de, insanın kendi kendisine yardım etmesi anlamını taşır.

İnsanın kendi kurtuluşu kendi nefsini bilmesine bağlıdır. Biz de nefs hakkında az da olsa bir şeyler yazdık ve de insanın kendisinin kendi varlığı olan Allah’la ayrılmaz bir bütün olduğunun ispatını yaptık. Ben bir kişiyim ne yapayım deme, Hz. Muhammed de bir kişi idi, bugün onun yolunda gidenler milyarı aştı. Biraz aklımızı kullanabilsek her şeyi açık bir şekilde görmüş olacağız. Anlamaya çalışın; Allah insanın değerini, insanın kendi yaptıklarıyla ele alıyor. Allah Âdem’i yaratmakla kendisinin bilindiğini açık bir dille ifade etmiştir. Demek ki insanın Allah’ı bilme imkânı varmış. Biz de diyoruz ki bilinen şey bulunur. Bulunan varlıkla yaşama imkânımız vardır. Bu imkânlar hepimiz için geçerlidir. Yaratılışa başladığımızdan bu yana geçen milyarlarca senede sonsuz yaratılış öğeleri yaşadık. Allah’a açılan kapıda dünya bizim son şansımız. Bu fırsatı elden kaçırırsak çok yazık olur.

İyi anlamanızı isterim ki insan dünyaya gelmeden önce, Allah kendi varlığında bir güç idi ve de kendi deyimiyle hazine idi. İnsan yaratıldıktan sonra o güç keşfedildi yani bilindi. Ve de insanın insanlığını bilmesi için Allah insanlara peygamberler ve kitaplar gönderdi ve de insanın kendisine nasıl ulaşabileceğini de bu kitapta her yönüyle anlatmış oldu. Benzeri birçok olgunun açıklanması o güç tarafından açıklandı. Yani güç dediğimiz Allah insana kendisinin Allah olduğunu anlatıp kendisine nasıl gidilebileceğinin yollarını bir bir anlatarak hepimizin yolunu kendisine açmış oldu. Birçok kâmil insanlar bu yolla Allah’a ulaştılar…

Evet, insan yaratılmadan önce Allah kendi varlığında bir hazine ve de bir güç idi. İyi anla ki, hem insanın hem evrenin hem de dünyanın oluşumları o gücün eseridir. Öyle bir güç ki yapılan işlerin ve de yapılacak işlerin mimarıdır. İşte bu mimar kendisine ulaşmaya çalışan kişilere kendi cemalini göstereceğini açıkça söylemiştir. Ve de demiştir ki, “Ben müminlere cemalimi göstereceğim. Birçoğu kabul etmeyecek. Bende onların zannı üzerine gözükeceğim.” Evet, Allah bu ifadeyi kullanırken, sen artık kör gözünü açmaya çalış. İnsan yaratılıp varlığını Allah varlığına iletmeden önce o varlık kendi düzenine şartlı olarak etki-tepki, sebep- sonuç ilişkileriyle kendi varlığında yaşarken, O’nun yaşamından zuhurat bulan bu yaratılmış düzen insana sunulmuştur. İnsan da aklını başına toplayıp bu düzen içerisinde kendi sırrı olan Allah’a ulaşma imkânına sahiptir. Onun için de irade-i cüzziyesini bir mürşit terbiyesinde eğiterek nefsin 7 mertebesini aşıp, kendi sırrı olan öz varlığına kavuşma mecburiyetindedir…

Bugün dünyada her şeyi ilâhî nizama bağlayanlar çoğunluktadır. Onların ilâhî nizam anlayışları Allah’ın bir komutan gibi idare ediş şeklidir. Hâlbuki ilâhî nizam yaratılmış olan bu evrenin kendisidir. Allah da bu evrenin oluşumuna şartlıdır ve Allah varlığının tüm nitelikleri bu evrene kodlanmıştır. İşte insan yaşamış olduğu bu evrende şeriatlı bir yaşam seçer de kendisine bir mürşid-i kâmil bulursa İslâm’ın şartını, imanın farzlarını onun eğitiminde gerektiği şekilde icra etmeyi başarabilirse, evrene kodlu olan ilâhi nizamın şartlarını öğrenir ve de görür. Gördüklerinin sayesinde hem Allah’ı bilir hem bulur hem de dünyada iken Allah’ta yaşamaya başlamış olur…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Nefs Hakkında





Rahman

28 06 2017

“İnsanlar her fırsatta Bismillahirrahmanirrahim diyerek hem Allah’ın özel ismini hem de Rahman ve Rahîm ismini söylüyorlar. Bu kelimenin söylenmesinde belki fayda vardır. Ama esas amaç bu kelimenin manasını yaşamaktır. Manası ne demektir diye sorulursa, Rahman ismi dünyadaki tüm insanları esirgeyip korumaktır, hatta rızıklandırmaktadır da, öyleyse bu isme mazhar olan insanların kendi güçleri miktarı insanları esirgeyip bağışlaması ve insanlara hami olması gerekir. Bu ilkeye sahip olan insanlar var. Nefs terbiyesine çalışıp nefsin mertebelerini geçmiş insanlar, Rahman isminin şümulünü güçleri miktarı yerine getirirler. İşte böyle kişiler de rahmeletlenmiş oluyorlar, yani rahmet edici unvanına sahip oluyorlar. Arınmış mümin bir kişinin gönlünde Allah olduğundan, bu kişi de arındığı için merhametli olduğundan, insanların hatalarını görse de veyahut yaşasa da asla gönlüne indirmiyor. İndirse indirse o işleri işleten sebepleri kendi varlığı olan Allah’a yansıtarak insanları felâketten kurtarmış oluyor.

Mürşit yetiştirmiş olduğu talebeye hem nefsi mertebeleri geçerken hem de geçtikten sonra, bu bilgileri bir bir anlatarak diyor ki, kâmil insanlar rahmet edicilik unvanına sahip olduklarından, insanları koruma ve esirgeme duygusunu kendilerine ilke edinirler. Allah da onların gönüllerinden tecelli ettiği için bu kişiler insanların yapmış oldukları eylemleri değil de o eylemlerin sebebini gönüllerinde olan Allah’a yansıtırlar. Onun için de Allah’tan tulû edecek olgular yanlışları işleyen kişilere değil de, o yanlışları işleten sebeplere yönelik olup, o sebepleri ortadan kaldırarak kişileri kurtarmış oluyor. Kişiler de yanlışlardan vazgeçince böylece insanlık Allah’ın gazabından korunmuş oluyor. İşte onun için diyorum ki, Hz. Muhammed’in yolunu takip edip mürşitlik mertebesine çıkan kişiler, Allah’la kul arasına süzgeç oluyor.

Ben bu deyimlerimle, insanların felâketlerden nasıl kurtarılacaklarını anlatmaya çalıştım. Şimdi de diyorum ki, Rahmetlenmiş kişiler olmasa, yani arınmış kâmil kişiler olmasa, insanlığın yapmış olduğu zalimane işlere karşı zannederim dünyada toplu felâketler eksik olmazdı. Hakikaten bu olguları anlamak ve de anlatmak çok yüce irfan gerektirir. Hiçbir insan bilgili olarak doğmuyor. Yalnız bilgi formülleriyle donatılmış olarak doğuyor. Doğan bu insan, kâmil bir kişinin eline düşünce onun kendisinde olan bu nitelikleri kullandırma bilgisi aşılanıyor. Yani, gerçek insanlığını açığa çıkarmış oluyor. Her insanda mutlaka arınma niteliği vardır. Kişi dünyanın tuzağından kurtulup da arınma yolunu seçiyorsa mutlaka arınmış oluyor. Yaratılış sisteminde bu düzen vardır. Herkes eşit doğuyor. Herkes kendi yolunu kendisi seçiyor. Bu eşitlik ilkesi olmasaydı, Allah’ın âdil isminin olmaması gerekirdi. Onun içinde çok iyi biliyoruz ki, her insanda insanlık duygusu vardır. Ama fırsat eline geçtiğinde, o insan kendi nefsi menfaatini düşündüğünde, başkalarına acımadan onları sefalete sürükleyebiliyor. İnsanlar insanlıklarını keşfedebilseler karşısında kendi yüzüne bakan ihtiyaçlı kişiyi gördüğünde kalbinde sızı duymaları gerekir. Ne var ki, henüz insanlık toplu olarak kemâlet duygusuna erişmiş değildir. Ama ferden erişenler vardır. Bu kişiler de, zamanın kaba şeriat âlimlerinin nefsi hevesleri neticesi ya katledilmişlerdir ya da seslerini duyuracak fırsat bulamamışlardır. Şimdi fikir hürriyeti olduğundan, bu laik düzenin ışığında ben gerçekleri yazma fırsatı buldum. İnşallah faydalı olur.

Henüz toplumumuz İslâm’ın şartını, imanın farzını şeriat saymaktadır. Hâlbuki bu ilkeler dinî anayasadırlar. Bunlar ne terk edilir ne de değiştirilir. İnsan bu ilkeleri de şeriatlı işlemeye mecburdur. Şeriat bir yaşam biçimidir. Yani şeriat toplumun kabul ettiği, topluma zarar vermeyen, insanî değer yargılar taşıyan bir yaşam biçimidir. Toplum geliştikçe, anlayış arttıkça, şeriat da değişir. Yani yaşam düzeni daha refah düzeye çıkar. Yine diyorum İslâm’ın şartı, imanın farzı dinî anayasadır. Onlar ne değiştirilir ne de terk edilir. Bunları bilmeyenler, her yerde dinî icraatlar serbest olduğu halde, hatta devletimiz din görevlilerimizin maaşını kendisi verdiği halde, insanlık istediği zaman istediği yerde ibadetini yapabildiği halde, yine de toplumların birçok kesimleri şeriat istemektedirler. Hâlbuki şeriat istenmez işlenir…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Nefs Hakkında





Rahmeten lil Âlemîn

27 06 2017

“Mürşitler, nefsi terbiyeyle yetiştirmiş oldukları talebelerine zaman içerisinde çok uzun sohbetler yaparak onlara hakikatin tüm sırlarını anlatırlar. Talebe de nefsin olumsuz hallerini ortadan kaldırdığı için, mıknatısın demir parçalarını çektiği gibi mürşidin anlatmış olduğu bilgileri kendi gönlüne nakşettirir. Hatta mürşidinin hareketlerinden de kıssadan hisse olarak, birtakım bilgileri öğrenmeye çalışır… Mürşit, önce Hz. Muhammed’den başlayarak anlatmaya çalışır. Zaten nefs terbiyelerinde de kişiye Hz. Muhammed yolunu telkin etmişti. Şimdi ise, Allah’ı gönlünde taşıyan hem Hz. Muhammed’in hem de arif kişilerin insanlık için neler yapabileceğini her yönüyle anlatır…

Sohbetimize şuradan başlarsak, geçmiş zamanlarda, yani Hz. Muhammed’den önceki zamanlarda Allah’la kul arasına Rahmet edicilik unvanına sahip bir insan girmediğinden, insanların bir takım sebepler dolayısıyla işlemiş oldukları olumsuz halleri direkt Allah’a yansıyordu, Allah’tan da o olumsuz halleri işleyen insanlara tufanlar, gazaplar yansıyarak herkesi helâk ediyordu. Hz. Muhammed Rahmet edicilik unvanına sahip olunca, kendi ameliyle de birçok sır bilgileri kavradığı için, insanların o hallerini değil de o halleri işleten sebepleri Allah’a yansıtarak, Allah’tan vuku bulacak birçok gazabı insanlığın üstüne değil de sebeplerin üstüne yönlendirmiştir. Çünkü O, yani Hz. Muhammed, kendisindeki Rahmet ediciliği Allah’la kul arasına perde etmiştir. İnsanların neden kötülük işlediğinin sebeplerini anlamıştır. Onun için de kendisine yapılan kötülüklere tahammül ederek, yapanların kurtuluşları için Allah’a dua etmiştir. Bu da onun Rahmeten lil Âlemîn olmasından ileri gelmektedir.

Hz. Muhammed Hira dağındaki mağarada, bilmeyerek de olsa, uzun zamanlar nefsi terbiyeye çalışmıştır. Kendisini arıtarak aslî menzili olan Cebrail makamına inmiştir. Aslında Cebrail ona gelmemiştir. Hz. Muhammed arınmışlığı dolayısıyla Cebrail menziline inmiştir. Çünkü Cebrail, Ruhu’l Kudüs’ün kendisi olmaktadır. Ruhu’l Kudüs de Allah’ın yaratılışın başlangıcında insana benzeyen ilk suret bulduğu menzildir. Zaten onun içindir ki, Cebrail Hz. Meryem’e de insan suretinde gözükmüştür. Allah “İnsanı kendi suretimde yarattım” demiştir. Yaratılışta ilk zuhurat bulan Ruhu’l Kudüs, Hz. Muhammed’in öz varlığıdır. Onun için, Allah Hz. Muhammed’e “Seni yaratmasaydım, bu eflâki yaratmazdım” demiştir.

Hz. Muhammed Hira dağındaki mağarada uzun tefekkürleriyle nefs mertebelerini geçtiği için kendi özüne ulaşıp, Cebrail’i Allah’la kendi arasında elçi yapmıştır. Bizim şimdi anlatmaya çalıştığımız gibi Cebrail de ona uzun seneler sohbet etmiştir. O sohbetler neticesi Hz. Muhammed’e Allah’ın sırrını açarak, onun Miraç’a çıkmasına sebep olmuştur. Hz. Muhammed de Miraç’ta Allah’ın cemaliyle buluşup insanlık için sonsuz sırları keşfetmiştir. İnsanların kendi nefslerinin tuzaklarında olduklarını bildiği için, nefsini bilenin rabbini bileceğini söyleyerek herkesi nefs terbiyesine çağırmıştır. Nefsin mertebelerini aşarak Safiye menziline inen kişi, insanlık ilminin hem başlangıcını hem sonucunu keşfetmiş olur. Bu keşfedişte en önemli nokta, her oluşumun bir sebebe bağlandığını anlamaktır. Onun için de, bir mürşit talebe yetiştirirken ondaki nefs mertebelerini kolayca geçirebilmesi için o kişinin yaşamdaki hallerinin sebeplerini araştırıp onları ortadan kaldırmaya çalışır. Zaten sebep ortadan kalkınca hâliyle olumsuz hal de ortadan kalkacaktır.

Hz. Muhammed, işte bu sebep-sonuç ilişkilerini keşfettiğinden rahmet edicilik unvanına sahip oldu, âlemlere rahmet edici oldu. Böylece Hz. Muhammed Allah’tan rahmet ediciliği kendi şahsına tevdi ettirerek insanlık için de şefaatçi olmuş oldu. Zaten Allah insanlarla temelde özdeşleşmiş durumda olduğundan, bu olgu normal sayılır. Allah mümin kulun gönlünde olduğu için de kişi gönüle inerek Allah’la özdeşleşmiş olduğunu keşfedince, insanlıktan kendisine yansıyan olumsuz hallerin sebeplerini kendi gönlüne yansıtarak, Allah’ın gazabını insanlık üzerine değil de ona o olumsuzluğu işleten sebepler üstüne yönlendirmiş oluyor. Bunu neden yapsın diye sormayın. Allah-insan özdeşleşmişliği mevcut olunca, dünyadaki tüm insanlar Allah üstünden bir insan sayılmaktadır. Bir ağaç misali gibi ağaçta kök bir, dallar ayrı ayrı, her dalın kendi kollarına ayrılmış yönlerinde yüzlerce, binlerce meyve olsa da hepsi aynı ağaca bağlı değil mi? O zaman meyvelerin biribirilerini korumalarından tabiî ne olabilir.

İşte Allah bir, dünyadaki kavimler de ayrı ayrı milletler olsalar da, insanlar bir olan varlığın meyveleridirler. İnsan olan bu meyvelerden hangi kişi nefs mertebelerini geçerek Allah sırrına erebiliyorsa, o kişi yeryüzünün halifesi olup, tüm insanları kendi kardeşi saymış oluyor. Onun için de gece gündüz insanlığın kurtuluşu ve gelişmesi için Allah’a niyazda bulunur. Böyle kâmil kişilerin niyazları ve duaları sayesinde az da olsa insanlık geçmişin tufan ve toplu katliamlarından kurtulmuş oluyor. Denilse ki, şimdi de su baskınları, yer sarsıntıları gibi benzeri felâketler oluyor. Ama insanlık zamanından önce tedbir alabilse bu felâketleri atlatmış oluyor. Ne gibi tedbirler denilirse, yerleşim yerlerini iyi seçerlerse birçok felâketten kurtulurlar. Ne var ki birçok imkânsızlıklar insanların korunmasını engelliyor. Buna sebep de gelişmiş toplumların kendilerini daha çok zengin etmek için imkânları az insanların felâketlerini hazırlamış olması. Onlarında bilmedikleri şudur ki, hiç kimsenin kendi yaptığı kendi yanına kalmayacaktır. Bizim nefs terbiyesine önem vermemizin sebebi insanlığın gelişip, umutsuz insanların felâketlerden kurtulmaları içindir. Ne yazık ki, henüz insanlar insanlığını bulmuş değillerdir. İşte onun için de ilmi tasavvuf erleri zaman içerisinde az da olsa birçok beldelerde bireysel olarak yetişmişlerdir. Ve de yetişmeye çalışanlar da mevcuttur…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, Nefs Hakkında





Celale ya da Cemale Dönük Yaşam

26 06 2017

“İnsanların dünyada karşılaştıkları sıkıntılar bir nevi cehennem nişanesidir. Bu sıkıntılar zaman zaman Allah’ın sevgili kullarında da kendini gösterir, ama onların cehennem yaşantısı, tıpkı torpilli mahkumların hapishanede kendilerine ayrılmış özel odalarda ceza çekmesine, yahut gardiyanların hapishanede ömür geçirmesine benzer. Bunlar işin ince noktalarıdır, onun için pek fazla karıştırmaya gelmez.

İnsanlar bu anlattıklarımızı ne kadar iyi öğrenmiş olurlarsa olsunlar, bir kısmı sıkıntı, bir kısmı ferah içinde olacaktır. Bunun nedeni, Allah’ın onlara tecelli şeklidir. Celal dışta, kesafet âleminde tecelli ettiğinden, dışa dönük yaşayanların sıkıntılı tecellilere maruz kalma şansı daha fazladır. Cemale dönük, yani iç âlemde yaşayanlar ise cemal daha latif bir tecelli olduğundan, daha huzurlu bir yaşam sürerler. Burada seçim hakkı fertlerindir. Ancak her şeye rağmen “Her hizip kendi elindekiyle ferahtadır” <23-53> hükmü cari olduğundan, isteyen yüzünü cemale çevirip, huzurlu bir yaşamı, isteyen de dünyaya çevirip, sıkıntılı bir yaşam tarzını seçebilir. Bu, o ferdin bileceği bir iştir. İnsanın sırtını cemale dönüp, celale doğru gitmesi ricat-ı kahharî denir ki, bu, o kişinin hayvaniyete yönelmesi demektir.

İnsanlar maruz kaldıkları tecellilere göre kendi aralarında gruplaşıp, hayatlarını o gruplar arasında geçirirler. Böyle yapmalarının nedeni, birbirlerini aşılamaya devam edip, birbirlerinden aşı kabul edebilmeleridir. Tıpkı turunçgiller ve baklagillerin birbirlerinden aşı kabul etmeleri gibi…

Celalî tecelli, insanlara, sadece manevi bir sıkıntı şeklinde değil, maddeten, hastalık olarak da gelebilir. Bu tecelliye bizim grip, zatürre vs. gibi isimler veriyor olmamız sonucu değiştirmez. Tecelliler hafif olduğu zaman gizlenebilir, ama ağır olduğunda, mızrağın çuvalla gizlenemeyişi gibi, kolayca gizlenemez ve çuvalı delen ucu dışarıdan görünür.

Bizim celalî tecelliye maruz kalmamız da dolaylıdır. Çünkü, O’nun direkt tecellisine tahammül edilemez…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Celal-Cemal, s. 107





Zıtlık

25 06 2017

“Allah, sıfât âlemi denen kâinatta, sıfâtının zıtlıklarıyla bir denge kurmuştur. Bu, bizim arzumuza göre değişen bir denge değildir. Biz ne kadar istersek isteyelim, dünyada herkes Müslüman, herkes mutasavvıf, herkes zengin veya herkes âlim olamayacağı gibi, sadece gece veya sadece gündüz de olamaz. Allah’ın kurduğu denge neyi gerektiriyorsa, öyle olur ve sonuçta kimi zengin, kimi fakir, kimi âlim, kimi cahil, kimi güzel, kimi çirkin olarak karşımıza çıkar. Bu özelliklerde de mertebeler vardır ve herkesin mertebesi değişiktir. Bu nedenle dünya hayatı bir nevi askerlik gibidir. Her ferdin kendinden üstün olanlar olduğu gibi, kendinden daha alt mertebede olanlar da vardır ve sistem bunların, astına emri verip üstünden emir alması ve her ferdin kendi işini yapmasıyla yürür.

Sıfât alemindeki zıtlıklar, insanların organ fonksiyonlarında da görülür. Her organın bir karşıtı vardır ve yaptığı iş, o karşıtının yaptığının zıttıdır. Örneğin, insanın ağzı da kulağı da kendinde, yani bir bütünde olduğu halde, bunlardan biri ile söyleyip, diğeriyle kendi söylediğini yine kendisi dinlemektedir. Burada yine, dinlemenin söylemeden önde geldiğini, söylenenlerin evvelce dinlenerek öğrenilenlerden ve onların sentezinden ibaret olduğunu hatırlamakta fayda vardır. İki kulağa karşılık bir ağız yaratılmış olması da, iki dinleyip bir söylenmesi içindir.

Yaşantımızda celal ceza, cemal ise mükâfat olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak buradaki cezanın amacı, sonunda yine mükâfata kavuşmaktır. Nasıl elbise veya çamaşırlarımızı önce kirletip, sonra yıkıyorsak, bu da aynı esasa dayanır. Önce kirletilir, sonra yıkanır.

Burada kirlenen ruh değildir. Ruh kirlenmez. Kirlenen ruhun elbisesi mahiyetinde olan düşüncelerdir. Düşüncelerdeki kirlenmenin nedeniyse, celalî tecellilere maruz kalınmasıdır. Allah kötü düşüncelerden kurtulmasını istediği kuluna celalî tecellisi ile bir sıkıntı vererek, onun, bu sıkıntıyla kötü düşünceleri atıp, iyi düşüncelere dönmesini sağlamayı amaçlar. Yani, azabın veriliş nedeni, kulu yakmak değil, onu mükâfata layık hale getirmektir. Yoksa Allah, hiçbir zaman azap vermek için onu cehenneme sokmaz. Ama, bir kere cehenneme atarsa, onu Kendi’nden başka kimse oradan çıkaramaz…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Celal-Cemal, s. 106





Erkeklik ve Dişilik

24 06 2017

“Asıl konumuz insan olduğu için, celal ve cemali insanda değişik açılardan ele almamızda fayda vardır.

İnsanda cinsiyeti belirleyen, erkeklik ve dişilik hormonlarıdır. Bunlar, her iki cinste de salgılandığı halde, hangisinin salgısı diğerinden daha fazlaysa, kişinin cinsiyeti o olur. Örneğin, erkekte, erkek hormonları fazla salgılandığı için fert erkektir. Ama, az miktarda östrojen salgısı da olduğundan, ondaki dişilik içte ve gizli kalmıştır. Aynı durum kadın için de geçerlidir. O halde, insan bahis konusu olduğunda, her iki cinsiyeti de kendinde toplamış olduğu için, “Dışı erkekse içi kadın, dışı kadınsa içi erkektir” diyebiliriz.

Celal sıfâtı erkeklik vasfı olduğu için, ilk yaratılan Âdem’dir. Âdem’in yaratılmasıyla, kendinde gizli ve cemal durumunda olan Havva da meydana çıkmıştır.

Aynı durum Havva için de geçerlidir. Onda da Âdem bütûndayken, o da içindekini dışında görmüştür.

Erkeklik ve dişilik, dış âlemdeki negatif ve pozitifliğe benzer. Birbirine zıt gibi görünür, ama bir bütünün birbirine âşık, birleşmek isteyen iki yarısı gibidir. Bu iki yarının birleşmesiyle bir bütün olan çocuk meydana gelir. Çocuk dediğimiz o bütün de, yine cinsiyetine göre, bir başka bütünün yarısını teşkil ettiği için, gelişip, yarımlığını idrak ettiğinde, bir başka karşıt yarım ile birleşip yeni bir bütün meydana getirir ve bu durum ilâ yevm-ül kıyâme (kıyamete kadar) böyle devam eder.

Bizim dünyaya gelişimizde de böyle olmuştur, evlenip çocuk sahibi oluşumuzda da… Annemiz, babamız olmasaydı biz dünyaya gelebilir, biz evlenip karşı cinsle birleşmeseydik, çocuklarımız olabilir miydi?

Celalî ve cemalî tecelliler sadece insanın dünyaya gelmesinde etkili olup, ondan sonra etkisini yitiren güç kaynakları değildir. Bunlar tüm hayat boyunca insanda ve kâinatta etkilerini sürdürürler. Celal daha ziyade dış âlemle, cemal ise iç âlemle ilgili olduğundan bunların etkilerini biz dünya yaşamımızda da, iç yaşamımız olan ahiret yaşamımızda da her an görürüz…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Celal-Cemal, s. 105





Birin İki, İkinin Bir Olması

23 06 2017

“Celal ve cemalin kâinattaki tecelisini, günümüzde, en kolay anlaşılabilir örnek olarak elektrikte görmek mümkündür. Elektrik devresinde biri celale tekabül eden pozitif, diğeri de cemale tekabül eden negatif, iki hat vardır. Pozitif hatta negatiflik, negatif hatta da pozitiflik içte, yani gizli kalmıştır. Bu iki kutbun karşıt görünüşü, birleşme arzusundan kaynaklanır. Tek başına ne pozitif hat, ne de negatif hat elektrik fonksiyonu gösterebilir. Bunların elektrik olarak etkinlik gösterebilmesi için birleşip, devreyi tamamlaması gerekir…

Celal, alternatif akımdaki gibi bir görünüp, bir kaybolma özelliğine sahiptir. Kaybolmasına “fenâ”, görünmesineyse “bekâ” denir. Görünüş ve kayboluşlar büyük bir hızla birbirini takip ettiği için, ne bekâ yok olur, ne de fenâ… Bunların yok olabilmesi için nazar-ı ilâhinin durması gerekir ki, bu da mümkün değildir, zira Allah’ta uyku, hattâ uyuklama dahi yoktur. O’nun kayyûmiyeti devamlıdır. Böyle olduğu içindir ki Kur’an’da “Kendinden başka ilâh olmayan Allah hayy ve kayyûmdur, O’nda uyku ve uyuklama yoktur” <2-255> denmiştir.

O halde, haşir, neşir yahut ihya (hayat verme) ve imate (öldürme) âlemleri, aynen yaz ve kışın birbirini takibi gibi, devam edip, gidecektir. Bu, adeta Allah’ın soyunup, giyinmesi gibi bir olaydır. Celle Celâlihu ve Amme Nevâlehâ denmesinin nedeni de budur.

Kâinatta celal ve cemalin birbirine âşık olduğunu gösteren en güzel örneklerden biri, artı ve eksi yüklü iyonların ilk fırsatta birleşerek tuz oluşturmasıdır. Bir atomun iyon halinde muhafaza edilmesi zordur. Fırsatını bulduğu anda derhal karşı cinsten bir iyonlar birleşir ve nötrleşir.

Olayı hücre bazında ele aldığımız zaman, celal ve cemalin birliğini hücrelerin amitotik çoğalmalarında, birbirlerine olan aşkını ise mitotik çoğalmalarında görüyoruz.

Amitotik çoğalmada, hücre gelişip üreyecek olgunluğa ulaştıktan sonra ortadan ikiye ayrılarak gözden kaybolurken, iki yeni hücre meydana getirir. Yeni meydana gelen hücreler de bir süre sonra olgunlaşıp, aynı şekilde kaybolurken yerlerine ikişer yeni hücre daha meydana getirir.

Mitotik çoğalmadaysa ayrı cinse ait iki hücre birleşip, bir hücre meydana getirir. Sonra bu hücrenin amitotik çoğalmasıyla da istenen yapı meydana çıkar.

Burada birin iki, ikinin bir olması ve devamlılığın bu yolla sağlanması bahsi konusudur. Olgunlaşıp, birliğinin bilincine varan, celal ve cemalini ortaya çıkartmakta, bu esnada kendisi yok olmakta ama sonunda o ikilikte kendini bilip, olgunluğa erdiğinde, yine bir olup, o birden tekrar yeni bir ikili ortaya çıkartmaktadır. Onun için tabiattaki her olay, onu değerlendirmesini bilenlere yaratılış sırlarını açıklamakta ve sırlar da birer kanun mahiyetinde olduğu için, her âlemde uygulanabilmektedir.

Celal ve cemalin bitki âlemindeki tecellisini de, örneğin, fasulyede inceleyebiliriz.

Bir fasulyeyi ektiğimizde, önce iki tane yaprak çıkardığını görürüz. Bu iki yaprağa Arapçada “falakateyn” adı verilir. Bunlar, adeta, ekilen fasulyeden çıkan baba ve ana, erkek ve dişi yahut celal ve cemal mümessilidir. Daha sonra bu iki yaprak arasından bir filiz kendini gösterir. Bu filiz bir taraftan dışarı doğru büyürken, diğer taraftan da toprağın içinde doğru kök salmaya başlar. Filiz kendi kökünden beslenecek hale geldiğinde, ana ve baba durumunda olan falakateyn solar, kurur ve dökülür. Uzamaya devam eden filiz tohum meydana getirecek olgunluğa erdiğinde büyümeyi durdurur. Çünkü, artık neslini idame ettirecek şartlar oluşmuş, yani sinn-i rüşte (erginlik yaşına) ulaşmıştır. Bu durum çiçeklerde de çiçek açmakla kendini beli eder…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Celal-Cemal, s. 102

 





İçi de Sensin, Dışı da Sensin

22 06 2017

“Celal, dış âleme yönelik olduğu için, güzellikler kadar, çirkinlikleri de içerir. Çünkü, fotoğrafın negatifini oluşturur. Nasıl fotoğrafın negatifine “resmin arabı” denir ve tüm beyazlıklar o negatifte koyu renkte görünürse, celalde de aynı durum vardır. Bunun nedeni, celal nurunun çok şiddetli olması ve vurduğu yeri yakıp, kavurmasıdır. Bu siyahlık, güneşe bakıldığında her tarafın kararması gibi, onun nurunun şiddetli olmasındandır.

Cemal ise, iç âleme yönelik olduğundan, onda çirkinlikten eser yoktur. Allah’ın insanlara “Cemale dönün” deyişinin nedeni budur. Ancak, cemal iç âleme yönelik olduğu ve onda çirkinlikten eser bulunmadığı halde, kendinde celal de bulunduğundan, cemal ortaya çıktığı anda hemen celali de kendini gösterir. Böyle olmasının nedeni, insanın, sıkıntıyı tadıp, cemalin değerini anlamasını sağlamaktır.

Celal ve cemal adı verilen bu iki esas tecelli, mertebe mertebe kevniyete indikçe, kuvvetlerde pozitif ve negatif, canlılardaysa erkeklik ve dişilik vasıfları olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle pozitiflik veya erkeklik celale, negatiflik veya dişilik de cemale tekabül eder.

Celal rahmaniyet, cemal ise rahimiyettir. Bu ikisi, bir elmanın iki yarısı gibidir ve o bütündeki tüm özelliklere sahiptir. Ancak, aynada görüntü ters oluştuğu için, celalde cemal, cemalde de celal içte kalmıştır. Tıpkı Allah’ta Muhammed’in, Muhammed’de Allah’ın içte kalışı gibi…

Allah lafzının arkasına hemen Celle Celâlihu ifadesinin eklenmesi, O’nun, aslında cemal olduğu halde, celaliyle tecelli ettiğini anlatmak içindir. Çünkü celal, tecelli; tecelli ise zuhur, yani meydana çıkma demektir ve Allah’ın Hamîd esmasıdır. Bu nedenle de elhamdülillâh, “El zuhur-u lillâh” anlamına gelir. Tesbih çekerken otuz üç kez “Sübhanallah”, otuz üç kez “Elhamdülillâh” ve  otuz üç kez de “Allahüekber” deniyor olması, Sübhan bütûn âlemine, Hamd de zuhur âlemine mahsus olduğu için “İçi de sensin, dışı da sensin, sen büyüksün ve büyüklüğünü içte de, dışta da gösteriyorsun” anlamındadır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Celal-Cemal, s. 101

 

 





Celal-Cemal

21 06 2017

“Allah bahsinde ilâhi mertebeleri incelerken Hüve’nin, bir alt mertebede, yani Allah mertebesinde, kendine bir ayna yaratıp, kendini o aynada müşahede ettiğini, böylece bir iken zâti bakımdan Ahad ve Vahid diye ikiye ayrıldığını belirtmiştik. Bu ikiye ayrılışa sıfât açısından bakacak olursak, taraflardan birinin Celal, diğerinin Cemal olduğunu görürüz. Bu durumu tam olarak anlatabilmek için mutlaka bir misal vermek gerekir. Çünkü, evvelce de söylediğimiz gibi, elle tutulup, gözle görülemeyen manevi kavramları başka türlü anlatmak mümkün değildir.

Ahad’in, Vahid yahut Muhammed aynasında kendini görebilmesi için, önce o aynayı aydınlatması lazımdır. İşte, bu aydınlatma olayı sıfâtın zuhurudur. Işının Ahad’den çıkanına “celal”, Muhammed aynasından yansıyanına “cemal” dendiği bilinirse, bu iki kavramı anlamak kolaylaşır.

Evvelce Ahad’i birlik bir notaya benzetmiş ve bu mertebede, O’nun iki tane ikilik notaya ayrılmış gibi olduğunu belirtmiştik. Bu durum, sıfâtî açıdan celal ve cemal için de geçerlidir. Nasıl zât bakımından Ahad ve Vahid yahut Allah ve Muhammed, o Bir’den ayrılmış ve birbirlerine âşık ise, celal ve cemal için de durum aynıdır. Bu birlikten ayrılış Kur’an’da “Semalar ve arz bitişikken onları birbirinden ayırdık” <21-30> ayetiyle belirtilmektedir.

Keza Kur’an’da “O her şeyi çift yaratmıştır” <43-12> dendiğine ve bu ifade bir genelleme olduğuna göre taş, bitki, hayvan ve insan dahil her zerreyi kapsamakta, bunların hepsinde analık ve babalık vasıfları olduğunu belirtmektedir. Sıfât âleminde de her şey zıttıyla birlikte oluştuğu için, bu ana baba kavramı da yerine göre erkek-dişi, pozitif-negatif, artı-eksi, iyi-kötü, güzel-çirkin, sevap-günah, iniş-çıkış vs. olarak değiştirilebilir.

Allah, bu mertebede, celaliyle Muhammed aynasında tecelli etmiş ve Muhammed Cemalullah olmuştur. Kâinatta celal tecellisi önce geldiği için, camilerde ve kitaplarda Allah lafzının yanına daima Celle Celâlehu (C.C.) ibaresi konmaktadır.

Celal, aynada tecelli edilen mahaldir. Cila kökünden gelir ve aynada görülen demektir. Allah için Celle Celâlehu denmesinin nedeni budur. Bu tabir O’nun dışta, yani şühûd âleminde, zâtından yansıyan celal sıfatıyla göründüğünü ifade eder. Celle Cemâlihu denmez, çünkü cemal iç âlemdir. O’nun iç âlemdeki tecellisine Amme Nevâlehâ denir.

Celal, dış âleme; cemal ise cümleye bağlı olduğundan, iç âleme yöneliktir. Kâinattaki her değişim bu iki sıfâtın tecellisinden ortaya çıktığı ve bunlar da Allah’ın kudret esmasının mazharı olduğu için, Allah “Muhakkak ki kalpler Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir” demektedir. O’nun “ısbeayn” diye isimlendirdiği bu iki parmak, karagöz oynatanların ellerindeki iki oynatıcı çubuk gibidir. Nasıl karagöz oynanlar o iki çubukla perdede Karagöz ve Hacivat’ın hareketlerini kontrol edebiliyorlarsa, Allah da, kâinattaki olayları cemalî ve celalî tecellileriyle kontrol etmektedir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Celal-Cemal, s. 100