Hesap Devri

28 02 2018

“Ey İnsan! Sana elimden geldiği kadar gerçeği anlatmak istiyorum. Âdem’den Muhammed’e kadar geçen peygamberlik devresi Allah’a iman etme devriydi. Hz. Muhammed ise bizi ibadete davet etti. Yani amel devrini başlattı. İlm-i ledün, tasavvuf devresiyse, yani velayetler zinciri, bizi hizmete davet etti. Şimdi sorsan ki “Kime hizmet edelim?” “İbadet ettiğimize” derim. “Kime ibadet ediyoruz?” der isen, “İman ettiğimize” derim. “O zaman, biz Allah’a nasıl hizmet edelim?” der isen, Allah’ın da mümininde, yani insanda olduğunu der, insanların da birbirlerine hizmet etmeleri lazım geldiğini derim.

Bundan sonraki gelecek devir ise “hesap devri” olacaktır. Allah, “Ben her şeyi bir ölçüyle, bir hesapla yarattım” diyor. O zaman şöyle bir ilim tulû ediyor ki: Allah’a iman et, iman ettiğine amel et, amel ettiğine hizmet et, bu hizmeti de hesap çerçevesi içinde yap. Hizmetler insanlara olacağından yapılan hizmetleri hesaplı yap, ne sana ne kimseye zarar vermesin. Bu durumdan da anlaşılıyor ki “şeriat” dediğimiz olgu formülü düzgün bir hesap olmaktadır.

Ey İnsan! Sana önemle anlatmak istediğim bir konu da var ki “peygamberlik” Hz. Muhammed’den sonra son bulmuştur. Sebebi ise, peygamberlerin vazifeleri insanların Allah’a iman etmesini sağlamak, Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ etmek olup peygamberlerinse bu vazifeyi ifa etmiş olmalarındandır. Peygamberler, insanları Allah’a iman ettirdiler de, Allah’ı bildirdiler de, Allah’ı buldurdular da, Allah’ı bizlere gösterdiler de ve bizleri Allah’ta yaşattılar da…Yani “varlık”, bilindi, bulundu, fethedildi. Allah’ı bilenler Allah’ın emrini tutup Allah’ta yaşamaları kendi boyunlarına borç olduğundan, peygamberlik bireyde kapanıp tüm insanlara şamil oldu. Aslında tekrar peygamber gelmesi, bizlere “şeref” değil “utanç” vericiliktir. Sebebiyse, peygamberlerin imansız kavme geldiğinin bilinmesidir.

Şimdiyse tüm insanlık, Allah’ta birleşmiştir. Aslında, hukukta, insan haklarında birleşmiş olup yalnız dinlerde birtakım ayrılıklar kalmıştır. Bu da, aslında doğal bir şey. Aynı milletten olan topluluk bile çeşitli dinlere bölünmektedir. Dünyada ise bu olgu normal karşılanmalı. Ama, insanlık şu gerçeği bilse çok fayda görecektir. Gerek nübüvvet, gerek velayet, bu ikisinin sırrı, bireyde tüm insanları hükmü altına almıştır. Bu durumda insanlar, rahmet edicilik ünvanına sahip olmuşlardır. Allah da Kur’an’da Hz. Muhammed’e, “Sen de beşersin” demekle beraber, “Rahmeten lil âlemin” demiştir. Yani, “âlemlere rahmet edici” olduğunu söylemiştir. Bizler de bu rahmet edicilik ünvanına Hz. Muhammed’in şu hadisiyle örnek olabiliriz: Veraset-ül enbiya. Yani, ilmiyle âmil olan kişiler bana varistir…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 10 Aralık 1985





Yokluk Diyarından Varlık Bahçesine Açılan Kapı

27 02 2018

“Ey İnsan! Biz sana ne diyelim ki? Her sözü söyledik, her kapıyı açtık. Ortak noktada birleşebileceğimiz menzili gösterdik. Belki de sen bunları kabul etmeyebilirsin. Ama senin sözün kemâlâtı küçültmez.

Ey İnsan! Kâmilin öyle bir zamanı vardır ki, bu zaman kitabında tüm sözler o kâmile söylenmektedir. Sakın kâmili, sen senden ayrı görme. Kâmilin öyle bir zamanı da vardır ki, bütün sözleri o söylemektedir. Bu zaman kitabında, tüm insanlar aynı menşein türleridirler. Sen, bu dünyadaki ayrı görüntülere bakma. Bu olgular bedenlerle ilgili olgulardır.

Ey İnsan! Tarihten bu yana, insanların dört sorunu olmuştur. Bu sorunlar zaman içerisinde yiyecek sorunu, korunma sorunu, yaşama sorunu ve de tapınma sorunlarıdır. İnsanlar, kendi becerileriyle az da olsa yiyeceklerini, korunmalarını ve yaşamalarını becerebilmişlerdir. Yalnız tapınma konularında bir hayli zorluklar çekmişlerdir. Geçmişte yıldızlara, Güneş’e, Ay’a, hayvanlara ve de elleriyle yapmış oldukları putlara tapmışlardır. Bugün bile bu tapınma konusu halen insanı oyalamaktadır. Herkes, Allah’a iman edilip tapılacağını bildiği halde, kendi düşüncelerinin eseri olabildiklerini kavrayamayıp, Allah’a inanıp Allah’a taptıklarını zannederek kendi gönlünde, kendi zihninde, kendi beyninde düşündüğüne tapmış olduğunu anlayamamaktadır. Kişi, kendini arıtmadan Rabbini göremeyeceğini bildiği halde, Rabbin önünde perde her ne ise yüzünü Rabbe dönünce elbette ki Rabbi perdeleyen şeye taptığını bilmesi lazım. Ne yazık ki bu sırlar henüz bilinmemektedir.

Ey İnsan! Sana bir güzellik tavsiye edeyim. Hiç kimseyi kendi görüşünle yargılama. Yargı, şeriata aittir. İyilik ise insanlığa layıktır. Evet, şeriat, insanlığın tamiridir. Unutma, mazlumun ahı, zalimin zulmü yerde kalmaz. Allah’a dost ol ki seni ateş yakmasın. Ne kedere ve ne de şada hiç boyun eğme, ikisi de gaflettir.

Ey İnsan! İlm-i ledün yolunda, kâmil kişinin eli yokluk diyarından varlık bahçesine açılan kapının tokmağındadır. Kâmil kişinin öyle bir zamanı da vardır ki tüm bu kâinat ondan görünmektedir.

Ey İnsan! Bu söylediğim şeyler her an mevcut olmakla beraber geçmişte de yaşandığını tarih bize göstermektedir. Ama ne yazık ki şimdi bin türlü cahillik çıkmıştır ki insanları bölük bölük bölmektedirler. Akl-ı evvel olan kişiler bu tuzaklara düşmezler. Varlık senin özünde, Allah puta tapmayı yasak etmiştir. Hal böyle olunca, kişi kendi özündeki varlığı bilip bulup kendi özündeki Allah’a tapmaktan başka gerçek bir yolun olmadığını söylerim…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 10 Aralık 1985





Gerçek Bilgi Safiyet Makamından Sonra Başlar

26 02 2018

“Ey insan! Sana bir sır daha söyleyeyim mi? Bu da ibadetin sırrıdır. “Sır” dediğim bu ibadete, bugün “gericilik” dedikleri gibi, yarın da mutlaka diyeceklerdir. Ama ben inanmışımdır ki gelecekte ibadetin sırrını mutlaka çözecekler ve de ibadetin insanı yücelttiğini anlayacaklardır.

Şöyle ki, gerek zikir, gerek namaz, gerek oruç, gerek hac, gerek zekat, gerek tevhid, gerek iman ve gerekse tüm ibadet şekilleri yukarıda dediğim gibi sayı ile değil de “say”ı ile yapılırsa görülecektir ki bir süzgeç gibi insandan negatif enerjiyi süzüp alıyor ve de yerine pozitif enerjiyi dolduruyor. Bu olguyu da her zaman ispata hazırım. Allah’a iman ettiğimiz gibi inanın ki “ibadet” insanın olumsuz enerjisini olumlu enerjiye çevirebiliyor. Yalnız, gerçek ve içtenlikle yapılan ibadeti diyorum. İşte onun için derim ki, ilm-i tasavvuf, “söylemek” ve “dinlemek” ilmi değil de, “gerekeni yapıp”, “gerçeği de yaşamak” ilmidir.

Ey insan! Şu sözümü de hiç unutma. Allah’ın emirlerini yapmaz isen suçlusun. Allah’ın emirlerini inkar edersen, şeytandan eşitsin. Çünkü şeytan inkar etmedi, yalnız yapmadı. Bu yapmadığının sebebi ise, Allah’ın Âdem’de olabileceğini bilmediğindendir. Bu da gösteriyor ki şeytan, Allah’a iman etmiştir. Yalnız emrini icradan kaçınmıştır. Bu sözümü düşün, kendi hükmünü kendin ver.

Ey insan! Sen gönlünü sevgi güneşinle ısındır ki gerçek varlığına gidebilesin de yokluk senin gönlünde faaliyet göstermeye. Bu işi “ilim” ile değil de amel ile başarabilirsin. Yani “aşk”, ilimden değil, amelden tulu etmektedir. Onun için sen kendi bilgini bırak, bana bilimsiz gel ki, tavsiye edeceğim amelle sevgi ve aşk tulu ettireyim de seni “aslı, aslına rûcü” ayeti şümulünce öz varlığına iletebileyim. Kendi bilginle bana gelirsen, ikimizin anlaşması, yanan ateşe su dökmeye benzer. O zaman, dumandan başka bir şey göremezsin. Evet, insanların da birtakım bilgileri vardır. Bu bilgide ariflik olmazsa, bilinen bilgi insanı dünya yaşantısına yöneltir. Halbuki, dünya fâni. Hepimiz fâni olan bu dünyada ölümle şekil değişimine tabiyiz. Onun için gerçek bilgi, safiyet makamından sonra başlar.

Ey İnsan! Sana tenbihim, evvel yüzünü sevgiye döndür. Belki sana, yüzünü bilime dön diyenler olabilir. Bilmiş ol ki, senin bildiklerin, mürşidin olmazsa kendi zannından öteye geçmez. Sen kendi bu fitneli bilgini aşk ateşinde yok etmezsen gerçek bilgiye hiç de ulaşamazsın. Çünkü senin bildiklerin, düşünce sisteminin sana sunduğu bilgilerdir. Sen, bu düşünce sistemini sevgi güneşiyle yak. Aşk ateşiyle yak ki, mürşidin yakmış olduğu bu bölgeye, menzile, yani beynine, zihnine gerçek, saf, temiz bir bilgi işleyebilsin. Sen, gerçek benliğini o zaman bulabilirsin. Allah insanı tefekküre davet ediyor. Sen de çok tefekkür etmeye bak. Ve de sevgiden yüzünü çevirme ki sevgilin seni seve de, o zaman seni öldüre ki gerçek benliğini inşa ede de seni terbiyede Rab kendi bildiği gibi terbiye ede. Çünkü Allah, “Burada (dünyada) beni göremeyen âmâdır” dedi. Bil ki buradaki âmâ, yarın da âmâdır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 10 Aralık 1985





Hükmetme, Hükmolunma

25 02 2018

“Nefsi bilmemiz önemli bir konudur. Nefsimizi bilmeden Rabbin bilinmeyeceğini Hz. Muhammed söylemiştir: “Men arefe” sırrı. Aslında açıklanmamış çok konularımız var. Evrenin sırrı, varlığın sırrı, kâinatın sırrı, aşkın ve sevginin sırrı, nefsin ve nefsin mertebelerinin sırrı, benzeri nice konular var ki hepsini insan üstünden açmamız lazımdır. Bu sohbetler içerisinde gerek “mânâ”, gerek bilimsel olarak açmaya çalışacağız. Bu kitabımızda yalnız sohbet konularına değiniyoruz. İlerde, bilimsel olarak her konuyu da açmaya çalışacağız.

Ey insan! Ne Allah’ı, ne de Allah’ın sözlerini hiçbir akıl idrak edemez. Allah en ince konuları bile sırlı olarak Kur’an’da açıklamıştır. İrfan gerek ki fark edebilsin. Biz, insan olarak, şu gerçeği hepimiz bilmeliyiz. Olayları kendi nefsimize uygun olarak kabul etmeyip her olayı kendi doğruluğunda kabul edip nefsimizde tatbik ettirmeliyiz ki insanlığımızı ispat edebilelim. Şöyle ki, Hz. İsa’nın dediği gibi, “Suçu işlemeyen taşı atsın!” öğesini hiç unutmadan kendimizin de işlemiş veya işlemeye meyilli olduğumuz suçları, başkalarının da işlemeye meyilli olabileceğini düşünüp hiçkimseyi kendi suçunda yargılamamalıyız. Zaten her işlenen suç kendi sahibini yargılamaktadır.

Ey insan! Sana bir tenbihim daha var ki kendi kirlettiğin ve kendi lekelediğin her şeyi kendin kabul etmelisin. Ayrıca, başkalarının da her şeyi senin gibi lekeleyebileceğini ve kirleteceğini düşünerek onlarında perişan ettiği olayları ve kişileri senin kabul etmen lazım ki ismine insan denilebilsin. Neden diye soru sorarsan, sana derim ki, “Allah’lığa heves ediyorsun da kendin düşürdüğün kulunu niye kabul etmiyorsun?” Başkası düşürdü dersen, o zaman Allah’lığın kuralını öğren. Allah’ta “ikilik” yok, birlik” mevcuttur. Başkası diye bir kimse olmaz. Zaten kulun kendi suçu kendisini cezalandıracağına göre, ey Allah’lığa özenen kişi, sen Kur’an’da zulmedici olmadığını söylemiştin, senin başkasını suçlaman zulüm değil de nedir? Sen bu sırları iyice incele. Her olguyu yerinde kabul etmeyi öğren. İnsanların nefsleri, suça müsait yaratılmıştır. Bunu unutma, hiç kimseyi suçu neticesi hüküm altına alma. Kişinin suçu kişiyi hükmü altına almıştır. Sen hükmetme, hükmolunma…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 10 Aralık 1985





Hepiniz Bana Döndürüleceksiniz

24 02 2018

“Ey insan! Sen önce, sekiz sübutî sıfatını yaşadın. Sonra, Allah’ı, cemalini, muhabbetini, Muhammediyeti, ruhları, Rabbini, melekleri, şeytanı, cenneti, Âdem’i Havva’yı, şimdi de dünyayı yaşamaktasın… Şimdi, bu dünya yaşantın senin geleceğinin poliçesidir. Sen bu senedini öde. Bedeli ise, islamın şeriatı, imanın şartı, şeriatın gelenekleri, zikrin harareti, mürşidin ilmi ve senin de “say”ındır. Bu amelleri işlemekle poliçenin bedelini ödemiş olup kendi hakiki cemaline ulaşabilirsin.

Bu dediklerimi yapmazsan kendi bildiklerin seni aklının üstünden tenasühte kor, enerji boyutunda devreder durursun. Çünkü, akıl, idrak, şuur zâtın nurundan yaratılmış olup, Allah deyimiyle toprağın özü, yani enerjinin özüdür. Onun için gerek aklını, gerek idrakini, gerek şuurunu bu maddenin güzelliklerine kaptırma. En son menzile ulaştır. Yani enerjinin özüne ki, aklın ve idrakin orda görecek ki bir yüz var, yaratıcı, bâki, geriye dönünce görecektir ki bir yüz de var ki, yaratılmış ve fâni. Tabii ki o zaman idrakli bir akıl, şuurlu bir varlık, hiçbir zaman “bâki” yüzü koyup da “fâni”, yok olacak yüze dönecek değildir.

İşte o zaman, Kur’an’daki ayetin şümulünce, “Hepiniz bana döndürüleceksiniz” deyiminin şuuruna varıp akıl da, idrak da, şuur da Allah’ın sübutî sıfatlarıyla özdeşip kendi cemalini seyirden başka hiçbir şeye iltifat etmeyecektir. Zaten o zaman, kendi varlıklarından başka, yani Allah varlığından başka hiçbir şey yok ki iltifat edile. Zevklerin en yüksek düzeyi, cennetin en yüksek mertebesi, cemalin en iltifatlı görünüşü bu menzil olup Allah’ın kendisi, kendi yaratmış olduğu cennetinde, zahirde yaşamış olduğu kemâlâtı neticesi orada yaşamaya hak kazanmış olacaktır. Yaşamanın türlerini, Allah Kur’an’da açıkça belirtmiştir.

Ey insan! Sen bu sırlara eğil. Senin geleceğin söz konusu. Mutlaka kendini bulmaya çalış. Senin kendini bulman ise Rabbini bilmeye eşdeğerdir. Rabbi bilmek ise nefsi bilmeye eşdeğerdir. Nefs hakkında ise henüz gerçek bir açıklama yapılmamıştır. Nefs de, aşk ve sevgi gibi her dilde söylenmekte ise de nefsten de henüz kimsenin belirli bir bilgisi yoktur. Yani, ismi var ama, “Nefs de şudur” denilmemektedir. Nefsten her zaman şikayet edilmiştir, ondan korunalım denilmiştir, düşman olduğu bizlere her fırsatta söylenmiştir, “Senin düşmanın olan nefs de şudur” diyen henüz çıkmamıştır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 10 Aralık 1985





İlmin Yakîn Mertebeleri

23 02 2018

“İnsanlar mânâ âlemi denen sıcaklık âleminde olup biten şeyleri, soğukluk âlemine (şahadet âlemi) gelmeden, yani elle tutulup gözle görülür hale gelmeden anlayamadıkları için Hazret-i İbrahim’in ateşte yanmaması yahut miraç gibi olayları da anlayamamaktadırlar. Bunları anlayabilmek için insanın soğukluk âleminden çıkıp sıcaklık âlemine girmesi, yani ısınması lazımdır ki buna ayn-el yakîn mertebesine ulaşmak diyoruz. Bu mertebelerden gören de gayrı değildir ama arada farklılık vardır.

İnsanların tümü aynı Allah tarafından yaratılmış olduğu için tüm insanlar yaratıcılarını aramaktadırlar. Dünyevi ilişkilerindeki gelişmeler de bu arayışın sonucudur.

Allah’a kavuşma yollarından biri namazdır. Ancak önemli olan bu kavuşmanın hangi mertebede olacağıdır. İnsan, bahsettiğimiz üç mertebede de Allah’a kavuşabilir. Amaç, hakk-el yakîn olarak kavuşabilmektir. Bunun için de çok çalışmak lazımdır.

İnsanlar adeta Kâlu belâ denen, gayb âlemindeki bir arı kovanının her gözü ayrı bir esma ile doldurulmuş petekleri gibidir. Zamanı gelip bu dünyaya üfürüldüklerinde her biri bir esma tahtında gelir. Geldiğinde de peteğindeki bal, o kişinin ilmi, bilgisi, tadı olur.

Allah, kulunun iç âlemini bilir. Bildiğini, isterse kuluna da bildirir, istemezse bildirmez. O’nun bildirmediğini ise kimse bilip bildiremez.

Allah bildirmediği takdirde, insan manevi ilimlerdeki mertebesinin ne olduğunu bilemez. Bu durum, Kur’an’da Musa-Hızır ilişkisinde belirtildiği gibi, kayadan atlayarak ibadet eden adamın daha sonra kendine söylenenleri unutup sormak üzere gölün üzerinden koşarak gitmesi hikayesiyle de anlatılmak istenmiştir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Yakîn Mertebeleri s. 232





Kuldan Talep, Allah’tan Lütuf ve İnayet

22 02 2018

“Hakk-el yakîne ulaşmış olanlardan, keramet diye nitelendirilen ilâhi tecelliler zuhur etmeye başlar. Bu hal kişinin Hakk olması, Hakk’ın ondan tecelli etmesi ve o kalıbın Hakk’ın aleti olması anlamına gelir. Zaten bu durumdaki kişi artık Hakk’ın bir görüntü aletinden başka bir şey değildir.

Tevhidde hakk-el yakîne geçebilmek için kuldan talep, Allah’tan da lütuf ve inayet gerekir. Kulun bu husustaki talebi amelî olmak zorundadır. Çünkü “Allah daima yüce bir yardımcıdır” <48-3> ayeti, O’nun hizmetçi değil, yardımcı olduğunu ve talebin, çalışmayla birlikte işe yarayacağını ifade eder. Ancak, Allah’la kul arasına girilmeyeceği için kişi iç âlemiyle ilişkisini kendisi kuracak ve bu esnada neler olduğunu da kendisi görüp öğrenecektir.

Allah “Her şeyi duyar ve görür” <17-1> olduğu için bu esmalarıyla kimde tecelli ederse, o da duyup görmeye başlar. Hattâ isterse “Hayat verici ve öldürücü” <3-156> olarak da tecelli edebilir ki, bunun böyle olabileceği “De ki: mülkün sahibi olan Allah’ım, mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın, dilediğine izzet verir, dilediğini zelil edersin, hayır senin elindedir, sen de her şeye kâdirsin” <3-26> ve “Geceyi gündüze ve gündüzü geceye katarsın, ölüden diri ve diriden ölü çıkarırsın ve dilediğine hesapsız rızk verirsin” <3-27> ayetlerindekini yapanın Allah olması ama bunları isterse insanda tecelli ederek onun vasıtasıyla da yapabileceği anlamına gelir. Bu mertebeye gelmiş olanların ruhu, Ruhül kudüs haline gelmiş olduğu için Allah İsa’dan yaptıklarını bunlarda da yapabilir. Bu mertebeye gelmiş olanlar karanlık gecede kara taş üzerinde yürüyen kara karıncayı görüp ayak seslerini duyabilirler. Aynen Allah’ın görüp duyduğu gibi…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Yakîn Mertebeleri s. 231





Husulüne Rıza, Islahına Sa’y Etmek

21 02 2018

“Konuyu biraz daha açabilmek için olayı bir manevi deney olarak ele almak mümkündür. Şöyle ki, Allah’ı nazarî olarak öğrenmek ve O’nun “Ben ona şah damarından daha yakınım” <50-16> hükmünün bizde var olduğunu bilmek ilm-el yakîn biliştir. Bunu hakk-el yakîn olarak bilebilmek için deneyi bizzat yapmak gerekir. Bu deney ise şöyle yapılır: O’ndan gelen tecelli kabul edilir ve o tecelliden kurtulmaya çalışılır. Buna “husulüne rıza, ıslahına sa’y etmek” denir. O’ndan geleni kabul edip o tecelliden kurtulmaya çalışmanın yolu ise kendini yok edip O’na sığınmaktır. Bu deneyi kendinde gerçekleştirebilenler hakk-el yakîne geçmiş olurlar.

Hazret-i Peygamber, bu mertebeye ulaşabilmiş olanlar için “Âlimin uykusu ibadet, nefesi tesbihtir“, “Âlimin yüzüne bakmak ibadettir“, “Mümin Allah nazarında meleklerden daha mükerremdir“, “Kıyamet gününde ateş mümine ‘Geç yâ mümin, senin nurun benim ateşimi söndürüyor’ der“, “Ulemaya ikramda bulunun. Kim ki onlara ikram ederse Allah’a ve Peygamberine ikram etmiş olur“, “Âlime saygı gösteren Rabb’ine saygı göstermiş olur” hadisleriyle onları methettikten sonra “Hayırlı işleri nâsa öğretip nefsini mahrum eden âlim, kendini yakıp nâsı aydınlatan muma benzer” hadisiyle de onların özelliklerini anlatmıştır.

Bu nedenle buralar işin zor yerleridir. Çünkü bir taraftan “Neden yaptın diye sorulmaz” <21-23>, diğer taraftansa “Rahmetimden ümit kesmeyin” <39-53> denmektedir. Bu tezatın çözüm yolu orta halli olmaktan geçer. Böyle olununca her tarafa güzel muamele edilir, her iş güzel yapılır, her şey iyi ve güzel görülür. Ancak Allah bazen iyi, bazen de kötü iş işlettirir. Bu durumda da “neden ve niçin” değil, “Vardır bir hikmeti” demek lazımdır. Çünkü insan ne kadar iyi niyetle ve ne kadar titizlikle çalışırsa çalışsın, bazen sonuç kötü olabilir.

Bu konuda çalışmanın amacı, yükselmek değil, zevke ve huzura ermektir. Nasıl maddi yükselmenin amacı , rahat ve sağlıklı yaşamaksa, manevi yükselmenin amacı da huzura ve zevke ermektir. Maddi sıhhat ve refahla birlikte manevi huzur ve zevke eren bir insan, daha başka ne isteyebilir? Bazıları “Ben enel Hakk demeye utanıyorum” derler. Bu sözü zaten onların söylemesi mümkün değildir. Bunu söyleyen onlar değil, onların içindekidir ve isterse O söyler.

Çok mutasavvıfın şiirleri belirli mertebedeyken yazılmıştır. Bunları yazan görünüşte onlar bile olsa, yazdıran, onların içindeki, onlardan işleyendir. O mertebelerden sonra da şiir yazılır ama sonraki şiirler de yine onların yeni bulundukları âlemlere aittir. Buna benim Divan’ım da dahildir, diğer Divan’lar da…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Yakîn Mertebeleri s. 229





Bab-ı Âli

20 02 2018

“İşin buralarına gelindiğinde çok kimse korkmaktadır ama bu işte biraz da cesur olmak şarttır. Tabii bu cesaretin bilinçli olması şartıyla… Çünkü, Allah “Rabbine ibadet et, ta ki, yakîne ulaşıncaya kadar” <15-99> buyurmaktadır. Ama insan, kendimi öldüreceğim diye bedenine zarar vermemelidir. Çünkü bildiğimiz gibi o beden emanettir ve emanete hiyanet etmek doğru değildir. İnsan, buraya gelinceye kadar işin bedende değil, bedenin içindeki görünmeyende olduğunu öğrenmiştir. Bu konuşmalarda, o bedenin içindeki görünmeyen, beden hoparlöründen söylediğini, kulak mikrofonundan duymaktadır. İşte “hâtif” adı verilen adı verilen, bilinmez, görülmez âlemden gelen ses budur. Osman Dede’nin “Hâtif dakketi mi” sorusunun esası budur. Bu mertebeye gelindikten sonra insan, göğe baktığında İbrahim Hakkı Hazretleri gibi bulutlar üstünde ne ayetler, ne yazılar görecektir… Bu hususta önemli olan, Allah’ın kulunu sevmesidir. O sevdikten sonra neler ihsan eder neler…

Mürşitler, sohbetlerinde, müritlerine pek çok şey anlatır ve onları bu anlattıklarıyla aydınlatırlar. Hattâ bazı metebelerden geçirip onlara tekmil-i meratip ettirirler. Buraya kadarı, işin ilm-el yakîn olarak öğrenilmesidir. Bundan sonrası artık, müridin işe iki elle sarılıp aşkla ve şevkle çalışmasına kalmıştır. Çünkü, tevhidi nazarî olarak öğrenmek kolaydır. Önemli olan bunun pratiğini yapıp ameliyata, yani hakk-el yakîne geçebilmektir ki, işin zor olan tarafı da budur.

Biz ileriki bahsilerde mertebeleri anlatırken, bunların neler olduğunu nazarî olarak söyleyeceğiz. Bunları dikkatli olarak okuyanlar da, evvelce beni dinleyenler gibi öğrenecek. Bu ilm-el yakîn bir öğrenimdir. Bu mertebelere ulaşmak için çaba gösterenler olursa, çabaları onları ayn-el yakîne götürecektir. Eğer kısmet olur ve bu mertebelerde yaşamaya başlarlarsa, o zaman bilgileri hakk-el yakîn olacaktır.

Bu anlattıklarımız her ne kadar tümüyle ayn-el yakîni ilgilendiriyorsa da, okuyanlar için ilm-el yakîn durumundadır. Eğer kişi bu anlatılanları kendi çabasıyla kendinde tahakkuk ettirebilirse, o zaman ayn-el yakîne geçecektir. Bu uğraşı esnasında karşılaşılan her türlü tecelliyi Hakk’tan bilip kabul etmek ve arada ağır tecellilere maruz kalmamak için Allah’a niyaz etmek icap eder. Çünkü, bab-ı âli (büyük kapı) orasıdır. O da bizdedir, çünkü âlemle birleşip yekvücut olan yine biziz. Bu durumda artık insan, ufacık bir zerre olmaktan çıkıp kâinatı kapsayan bir vücut halini almıştır ama bunu insanın yapması mümkün olmadığından, ancak Allah’ın arzusu ile bu hale gelinebilir ki bunun için de seçilmiş kul olmak icap eder.

Nasıl ki her okula gönderilen öğrenci profesör, her subay genel kurmay başkanı veya her memur bakanlık müsteşarı olamıyor, ancak bunların içinden seçilen birer kişi bu makamlara ulaşabiliyorsa, burada da durum aynıdır. Bu hususta kimsenin “Niye beni seçmedin” diye Allah’a kafa tutacak hali yoktur. Herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre çalışır ve ilerler. Zaten onları içten içe çalıştıran da yine Allah’tır. Çalışmayan başarılı olup ilerleyemez…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Yakîn Mertebeleri s. 228

 





Bilen Söylemez

19 02 2018

“Ayn-el yakîn de, madde ve mânâ ilimlerinde farklılık gösterir. Şöyle ki, mânânın, yani Taayyün-ü evvelin ayn-el yakîni, a’yan-ı sabitedir ve burası “Enel Hakk” denilen noktadır.

Maddi ayn (göz) ile birbirimize bakıp birbirimizi görmemiz, madde âlemindeki ayn-el yakîndir. Burada gören de gözdür ama mânâ âlemindeki göz ve görüş bundan çok farklıdır. İnsan madde âleminde 5-10 kilometrelik bir uzaklığı görebilir ama mânâ âlemindeki görüş böyle değildir. İnsan, basîr esması tecellisi halinde mânâ gözüyle baktığında, oturduğu yerden Amerika’yı yahut Bağdat’ı görebilir, hattâ kendinde semi’ esması tecellisi de olursa, oradaki konuşmaları bile duyabilir. Bu durum Hazret-i Musa’nın “Âlemlerin rabbi olan Allah benim” <28-30> lafzını duyması gibidir. Bunun olabilmesi için insanın tüm varlığını Hakk’a vermesi, yahut başka bir tabirle, ifna-yı vücud ederek hayal-ı mücessem olarak kalması, yani her türlü dilek, istek ve arzularından tamamen sıyrılıp bir ölü durumuna gelmesi icap eder. Eğer bu duruma gelebilirse, o zaman hayal-ı mücessem hoparlöründen Allah’ın söylediklerini duymaya başlar.

Biz Hazret-i Musa’nın Tur Dağı’nda Allah’la görüşmesinin, bizim birbirimizle görüşmemiz gibi kelimelerle olduğunu zannediyoruz. Bu harf ve kelimeler, onun içindeki varlığın dıştaki hoparlörden yansıyan sözleridir. O görüşme esnasında Musa kendine vâkıf olmadığı için “Asla göremezsin” <7-143> hitabıyla karşılaşmıştır. Ne zaman ki Hazret-i Peygamber imdadına yetişti, o zaman duyduğu hitap da “İlerde göreceksin“e <7-143> dönüştü.

Günümüz teknolojisi bu anlattıklarımızı maddi olarak ortaya çıkartmıştır. Basîr esmasını televizyonlarda, semi’ esmasınıysa radyolarda maddeye aktarılmış olarak müşahede etmiyor muyuz?

Ayn-el yakîn, gözle müşahede etmek demektir. Göz aldanabileceği için hakk-el yakîne geçmek lazım gelir. Hakk-el yakîn, bizzat tatmak demektir. Bu neye benzer? Herkes çayı duymuştur ve onun en olduğunu bilir. Bu ilm-el yakîndir. Çay demlenip bardağa konmuşsa, bardaktakinin ne olduğunu, evvelce çayı bardakta görmüş olanlar bilir. Ama, bardaktaki demlenmiş çay olabileceği gibi o renkte başka bir sıvı da olabileceğinden, her zaman, sadece gözle onun çay olduğundan emin olmak mümkün değildir. Aldanmadan, kesin olarak onun çay olduğunu söyleyebilmek için bir yudum alıp tadına bakmak lazımdır. Tadına bakıldıktan sonra aldanma ihtimali ortadan kalkar ki, bu da hakk-el yakîndir. Bundan sonra insanın şüphesi kalmaz. Kalmaz ama, bu kez de o tadı tarif edebilmek mümkün olmaz. İşte “Bilen söylemez” denen yer burasıdır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Yakîn Mertebeleri s. 227