Vicdan Terazisi

31 08 2017

“Biz diyoruz ki, insan hem müsbet bilimi hem de dinsel bilimleri bilmeye mecburdur. Yani bilerek onları yaşaması elzemdir. Çünkü birisi diğeri olmadan olamaz. Yalnız din bilimi insanı bu dünyada ezilmişliğe götürür. Yalnız müsbet bilim de insanı zalimliğe götürür. Her iki bilim birarada gelişirse insanı refaha götürür. Yani insanı güzel yaşama götürür. Bu konularda bizim vazifemiz, her zaman bu yüce insana hem yüceliğini bildirme, hem de bu yüceliğine nasıl adapte olacağını öğretmektir. Onun için diyorum ki, Allah’ın dediği gibi, “Ey insanlar siz bir durumdan başka bir duruma geçeceksiniz” yani dünya hayatından âhiret hayatına geçeceksiniz. Öyle ise, dünyada iken âhiret hayatı olan ikinci hayatımıza iyi hazırlanmamız gerekir. Mutlaka ölüp Allah’ın huzuruna gideceğimizi hiçbir zaman unutmayalım. İnsan tohumu hem evrenin kendisi hem de evrendeki sistemin kendisidir. Evrendeki tüm yapı taşları insandır. Evet, insan her atom çekirdeğine şifrelidir. Onun içindir ki, evrensel sistem insanın kendi lehine olarak çalışmaktadır. İşte bu sistemin şifresini çözme mecburiyetimiz vardır. Sistemin sırrını çözmek de Hz. Muhammed’in yolunu harfiyen takip etmekle mümkün olur…

“Ey insan, Rabbinin çok yüce adını tespih et, çünkü o Rabbin her şeyi yaratıp şekil vermiştir. O her şeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir.” Bu üç ayet, insana Rabbinin yüceliğini anlatırken, onun da bu yüce adı tespih etmesini ister. Ayrıca Allah insana her şeyin dengeli ve hesapla yapıldığını hatırlatır. Bu güzelliği görmesini önerir… “Fakat insan dünya nimetlerinden arzular, bu yüzden her ne vakit Rabbi onu zenginlik ve genişlikle imtihan edip de ona ikram eyler ve nimetler verirse, Rabbim bana ikram etti der. Ama onu imtihan etmek için rızkını bir ölçüye göre verdiği zaman Rabbim beni fakir düşürdü der. Allah insana, bu deyimleriyle onun sadakatsizliğini hatırlatmış oluyor… Hz. Muhammed, “Komşusu aç iken, kim tok olarak uyursa o bizden değildir” demiştir. Kur’an her zaman insanî yardımlaşmayı ön plânda tutmaktadır. İnsanî yardımlaşmada Kur’an-ı Kerim, verilecek zekâtın ve sadakanın nereden ve nasıl verileceğini işaret etmiştir… Kur’an’ın kendi sırrında şifreli olan bilgileri, insanlığın kurtuluşu için onların yaşamlarını dengelemeye çalışmaktadır. Böylece Kuran insanlara Tanrısal dengeyi kurdurarak insanları eşitlemeye çalışıyor.

Kur’an-ı Kerim vicdan terazisine çok önem vermektedir. Hatta zekât ve sadaka verirken, verilen şeyin kişinin nefsini biraz acıtmasını bile tavsiye ediyor. Yani elinde olan iki şeyin biri verilecekse iyisini vermeyi öneriyor. Çünkü vicdan terazisinde dengeyi kuramayan âhiretteki mizan terazisini asla doğrultamaz. Zaten hakikî şeriat âhiret terazisine vicdan terzisini uydurmaktır. İnsan yaşamının her yönünde de böyle olmalıdır. Demek ki şeriat, hakikatte buluğa ermemiş aklın ortaya koyduğu bir yaşamdır. Böyle bir yaşam da İslâm’ın temel kurallarına aykırıdır. Onun için de her zaman diyorum ki, evrendeki dengeye bakıp ibret alın da gücünüz miktarı elinizin ulaştığı her yerde siz de dengeyi kurmaya bakın. Ve de her zaman böyle yaşamaya çalışalım. Gerçek namazı o zaman kılmış oluruz. Bu dediklerimi icra etmeden yalnız yere yatma namazı hiç kimseyi kurtarmaz. Sakın hiç korkmayın, insanî yardımlaşma olan zekât, sadaka, fitre ve iyilikler Kur’an’ın tavsiyesine göre insanın malını ve parasını asla eksiltmez, hatta artırır bile, bu bir Tanrısal sistemdir. Bizler buna mecbur muyuz diyenlere Kur’an’ı doğru okumayı tavsiye ederiz.

Evet, Kur’an insanın yeryüzüne halife olduğunu söylüyor. Kişinin kendisi kendi halifeliğinin icaplarını yerine getiremezse, dünyada milyonlarca halife olsa, onlar insanî yardımlar yapsalar, halifeliğin icaplarını yerine getirmeyen insana hiçbir fayda sağlayamazlar. İllâ da insan kendi nefsinde kendisine düşeni yapmaya mecburdur. Onun için ey insan, sen seni iyi anla da tüm insanların hamisiymişsin gibi dua ile mi, beden gücü ile mi, dil ile mi, barışı sağlama yönünde mal ile mi, para ile mi her neye gücün yetiyorsa insanî yardımlaşmayı ön plânda tutarak, Tanrısal dengeyi sağlamaya çalış. Kur’an’ın verilerine göre sen ne yaptınsa, âhirette onlar senin şahidin olacaklar. Aslında dengeli olarak yaşayabilirsen, âhirete kalmadan “ölmeden ölümün sırrına erip” dünyada iken hesabını kitabını vermiş olursun…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, İnsan





Denge

30 08 2017

“İnsan kendisini bilirse, kendi yüceliğini o zaman anlamış olur. Yaratılış sırrını bilenler, kendi yüceliklerini daha iyi anlarlar. Çünkü her türlü kesafetlerden arınmış insan, gönlünde Allah’ı yaşar, kalben Hakk’ın cemalini yaşar, beyniyle Allah’ın ilim sıfatı olan Levh-ü Mahfuz’u yaşar, kendi kişiliği ile de insanlığını yaşar. Onun içinde etrafa rahmet saçarak insan gibi yaşamış olur. Bu yaşamları yaşayan insanlar, kendi insanlıklarını anlamış yani kendilerini bilmiş insanlardır. Ne yazık ki insanlık henüz buna tam olarak müdrik olmadı… Bu, Allah’ın Kur’an’da dediği gibi “Arınanlar kurtuluşa erer” ilkesini anlayıp çözemedikleri içindir. İnsanlık kendi kişiliğini değil de düşündüklerini yaşadıklarından, insanî yaşamdan uzak kalıyorlar. Çünkü insanı saran düşünceler ya nefsten ya dünyadan ya da şeytandan gelmektedir. İşte insanlar bu düşüncelerden kurtulamazsa, saydığımız bu üçlünün vesveselerini yaşarlar. Ve de iyi yaşadıklarını zannederler.

İnsanlığın asıl geleneği, kendi menfaatine yönelik değil de, kendisini düşündüğü gibi diğer insanları da düşünmesi demektir. Bunu başaramadıklarından dünyada hiç bir zaman denge kurulmuş olamaz. Yaşamın birinci koşulu olan denge kurulmayınca bir insan, bir toplum, bir devlet ne kadar güçlü olursa olsun, sonuçta felâkete duçar olmaya mahkûmdur. Çünkü evrensel sistem dengeye şartlıdır. Denge de hakikî insanlarla kurulacağından, insanlık insanlığını bulamayınca, yeri gelince her şeyini kaybetmiş olacaktır…

İnsan maddenin kesafetinden kurtulmak için mutlaka Kur’an’ı örnek almalıdır. Çünkü insan ancak Kur’an’ın yardımıyla kendi özel kişiliği olan hürriyetine kavuşabilir. Bunu başarmak da, bilen bir kişinin terbiyesinde elde edilir. Başaran kişi görecektir ki evrende var olan Allah’sa, onu yaşayan da kendisidir. Bu yaşamı kavramış olan insan kendisinin halife olduğunu anlar ve de ona göre yaşam sürdürür. Sakın hiç şaşmayın, biz temelde Allah varlığında ve de onun sırrında insan olarak kodlu olduğumuzdan bugün dünyada varız, hem kadın hem erkek olarak. Nasıl ki Allah’ın sırrında ezelî olarak vardık, ebedî olarak da o bizim sırrımızda olup, yaşamımızı sürdürmeye namzediz.

İnsan kendi sırrı olan Allah için bedenin arzularını terk etmeyi başarabilirse, ortada Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığını anlamış olur. Onun için de dış dünyada oradan oraya koşan aklını, kendi özüne indirmesi kolaylaşmış olur. Kişi bunu başaramazsa, ölene kadar onun aklı hayvansal yaşam peşine takılır gider de kendisini toparlayamaz. Evet, aklını özüne indirmek kişinin arınmasıyla mümkün olur. Onun için, ey insan ne yaparsan yap, çalış çabala, aklını kendi yaratıcısı olan Allah’a ulaştırmayı başar. Kurtuluşun için başka çaren yoktur. Her zaman diyorum, insan maddenin kavgasını bırakabilirse, ebediyete doğru yol almış olur ki, o zaman maddenin düğümünü çözerek, ezelin de ebedin de aynı menzil olduğunu fark eder. İnsanın buradaki kazancı aklını özüne indirerek, gizli bir hazine olan Allah’ı kullanabilmesidir. Allah’ı kullanmak demek onun ortaya koyduğu ilkeleri olduğu gibi yaşamak demektir. Çünkü insan Allah’ın emirlerine muti olursa, Allah da onu refah düzeyine çıkarır. Siz sakın her şeyi Allah yapar demeyin. Her şey Allah’la beraber yapılmış. Yapılan olguları kullanmak da insana kalmıştır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, İnsan





Yeryüzünün Halifesi

29 08 2017

“İnsanın yeryüzünün halifesi olduğu malûm. Allah tarafından seçilip halife edildiği de malûm. Halifenin vazifeleri de dünyada bilinmektedir. İnsan kendi vazifesini bilmeye mecburdur. Zaten insan vazifesini müdrik olur, şeriatlı bir yaşamı yaşamayı becerebilirse, gizli hazine olan Allah’ı kullanmayı başarmış olur, böyle bir insanın dünya yaşamı kolay geçer. Onun için de ahirete çalışmaya fırsatı olur. Bir insan ahirete yönelik çalışırsa, o insanın rahmeti bol olur, yani merhametli olur. İşte o zaman halifeliğin şümulünü daha iyi yerine getirir.

Halife demek halkın başı demektir. Halk onun ortaya koymuş olduğu sisteme yönelik çalışır. O da halkın refahını düşünerek yasalarını ona göre tanzim eder. Senin bu dediğin şimdiki düzende yok denilirse, mutlaka gerçekleri iyi idare eden bir yönetim başa gelecektir. Yalnız insanlar hallerini düzeltir, gerçek insanî değer yargıları taşıyan yaşam yolunu seçerlerse, böyle gerçek insanlar içerisinden tabiî ki âdil ve de merhametli ayrıca insanları gözeten bir yönetim düzeni ortaya çıkacaktır. Çünkü yönetimler insan toplulukları içerisinden çıkmaktadır, gerçekleri bilmeyen ve de yaşamayan insan toplulukları içerisinden çıkan yöneticiler de tam olarak gerçekleri bilemezler. Biz insanın hem devletine saygılı hem de elinden geldiği kadar devlet düzenine yardımcı olmasını istiyoruz. Kendi vicdanında insanlarla bütünleşip, insanlığın hamisiymiş gibi her türlü insanî yardımlaşmayı ön plânda tutmasını istiyoruz.

Allah insanlığın kurtuluşu için her türlü oluşumu halk etmiş, insanın da bu oluşumları örnek alarak, yeryüzüne halife olduğunu unutmadan, kendine düşeni yapması gerekir. Belki de gerçekleri bilmeyen insanlar, kendisi dışındaki insanlara rahmet ve merhamet göstermez, bu onun sorunudur. Biz de insanın yüceliğini bildiğimiz için onu gerçekleri bilmeye çağırıyoruz. O insan gerçekleri anlayınca görecektir ki tüm insanlık yekvücut bir insan gibidir. Nasıl olur demeyin… Hepimiz aynı Allah’tan, aynı Âdem’den, aynı dünyada vücut bulduğumuz için hepimiz bir baba ve evlât gibiyiz. İnsan evlâdı için merhamete eğilmezse, o insan ölü gibidir, yani onun kalbi insanî duygu taşımıyor demektir. Böyle bir insanın dirilmesi gerekir ki kendisinin insan olduğunu kavramış olsun.

Bu insanın tüm olumsuz hallerinden ölmesi gerekir ki o insan dirilmiş olsun. Olumsuz hallerin ölmesi insanı nasıl diriltir denilirse ona cevabımız, deriz ki, her insan kendi düşüncesini yaşar. İnsanın düşüncesini ve aklını hangi vesveseler sarmışsa o insan o düşündüklerini yaşıyor demektir. İnsan bu olumsuz düşüncelerden kurtulabilirse, o zaman kendi varlığını yaşama fırsatı eline geçmiş olur. Kendi varlığımızda kendi sırrımız olan Allah’tır. Allah’ı yaşayan her insan öldükten sonra dirilmiş demektir. Kendisini saran tüm kesafetlerden ölerek Allah’ta dirilmiş olur. Çünkü maddesel olgular, nefs ve şeytansal düşünceler insanı terk edince, o insan kendisini algılamış olur. Öyle bir insan da yeniden yaratılmış gibidir…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Yolu, İnsan





Her Ne Ki Var Âlemde, Örneği Var Âdemde

28 08 2017

“Bir insanın sevdiklerini kalbinde yaşatıp istediği zaman aklına getirmesi ve gözüyle görüyormuş gibi onlara birer Fâtiha okuması ile hayalinde canlandırdığı bir kişiye suret giydirip onunla sanki karşısında duruyormuşçasına konuşmaya kalkması birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü ikinci durum normal bir davranış değil, hastalık belirtisidir. Tıp dilinde halüsinasyon adı verilen bu durum, psikiyatrik bir rahatsızlık sonucu olabileceği gibi, bazı hallerde organik nedenlerle beyine az kan gitmesi neticesinde de ortaya çıkabilir ki her iki durumda da ortada bir anormallik var demektir. Vehimde de durum böyledir.

İnsanların gördükleri hayaller düşünceleriyle bağlantılıdır. İnsanın düşüncesi güzel olursa, gördüğü hayaller de güzel olacaktır. Bunu daha değişik bir tabirle “Hakikate giydirilen suret iyi hayallere, vehime giydirilen suret kötü hayallere sebep olur” diye anlatmak da mümkündür.

İnsanın gördüğü hayal düşüncelerini kâinata yansıtmasının sonucudur. Her insan başlı başına bir kâinat olduğu için kâinatta olanı kendinde bulduğu gibi, kendindekini kâinata yansıtabilir. “Her ne ki var âlemde / Örneği var âdemde” sözünün bir anlamı da budur. Ancak çok sık hayal görmeye başlamanın normal bir durum olmadığını bilmek gerekir.

Halk arasında hayalet diye anlatılan şey, insanın kendi düşüncelerini tecessüm ettirmesiyle ortaya çıkan bir görüntüden ibarettir ve adeta rüyada görülenlerin sanki bir cisimmiş gibi göz önüne getirilmesine benzer. Tecessüm ettirilen düşünceler güzelse hayalet de güzel, çirkinse hayalet de çirkin ve korkunç olur.

Hayalet de, hayal ve rüya gibi şahsa mahsus bir görüntü keyfiyetindedir. Bir kişi gördüğü hayali veya hayaleti bir başkasının da görmesi mümkün değildir. Aynı rüyayı iki kişinin görmesinin mümkün olmadığı gibi…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Hayal, Hayalin İnsandaki Tezahürü, Hayalet s. 131





Hayal

27 08 2017

“Hayal, hakikate suret giydirilmesidir. Kâinat ve içindekiler dahil her şey, bu hayal sayesinde gerçekleşmiş olduğu için Heyulâ âlemi en yüksek âlemlerdendir. Onun için hayalin değeri inkâr edilemez.

Nasıl bir bina önce düşüncede oluşturuluyor ve ondan sonra proje halinde kağıda dökülüyorsa, Allah da kâinatı önce hayalinde oluşturmuş, sonra bunları a’yan-ı sabitesinde tespit etmiş, daha sonra da sırasıyla zuhur âlemine göndermeye başlamıştır. Bu geliş, evvelce bahsettiğimiz Şey’iyyet-i Sübût’tan Mezahir-ül Vücuda inişten başka bir şey değildir.

Hayal, ruhun kesafet kazanmış halinden ibaret olan insan bedeninde gizlenmiş bir sıfattır. İnsan pek çok şeyi bu hayal sayesinde gerçekleştirir. Mesela, roman yazmak ancak hayal sayesinde gerçekleşebilir. Mimari dekorasyonda başarı ancak hayal gücünün kuvvetiyle kazanılabilir. Keza bir mühendisin proje yapması yine hayal gücüyle ilişkilidir. Yapacağı binayı zihninde canlandıramayan bir mühendis projesini çizemez. O halde hayal, görünmeyen ruhun bir tür kılıfa bürünerek çok az görünür hale gelmesidir. Bu duruma misal olarak gökyüzündeki bulutları göstermek mümkündür. Normalde görülemeyen havadaki buhar, biraz kesafet kazandığı için bulut olarak fark edilebilmektedir. İşte hayal de bunun gibidir.

İşin aslına bakacak olursak hepimiz birer hayalden ibaretiz. Ama o hayal olmasaydı Hakk’ı bilemezdik. İnsanın yüzü, kimliğinin göstergesidir ve o kimlik insanın yüzüne hutut-u ilâhi (ilâhi çizgiler) olarak nakşedilmiştir. Biz o hatlara bakarak varlığı okuyabiliyoruz. Yüzdeki iki göz, iki burun deliği, iki kulak ve bir ağızdan ibaret olan yedi delik, yedi ilâhi harf mahiyetindedir ki buna tasavvuf dilinde “fâtihatü’l kitâb” denmektedir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Hayal, Hayalin İnsandaki Tezahürü s. 130





Halikiyetin İnsanda Tezahürü

26 08 2017

237- Halikiyetin İnsanda Tezahürü

“Vacib-ül vücud olan Allah olduğu için, O “Mülkü elinde buluduran mübarek“tir <67-1>. Bu durumu tam olarak idrak etmiş olanlar mal ve mülk için, benim, senin veya onun sıfatlarını kullanabilirler ve bunlardan hangisini kullanmış olurlarsa olsunlar yalan söylemiş olmazlar. Ama bilmeyen ve idrak edememiş olanlar için durum böyle değildir. Çünkü böyleleri “benim” dediklerinde, o şeyi kendi nefislerine mal ettikleri için gasıp (gasp eden) durumuna düştükleri gibi, benimsedikleri malı veya mülkü bırakıp gidecekleri için de yalan söylemiş olurlar.

Arada, “Mal Allah’ın malıdır” sözünü duyup papağan gibi tekrarlayanlar da vardır. Söylediğini tahakkuk etmiş olarak söyleyenler için bir şey denemez. Ama tahakkuk etmeden söyleyenler, en azından yalancı durumuna düşeceklerini bilmelidirler.

Allah, halkiyet esmasına mazhar düşürmüş olduğu için kadınlar çocuk dünyaya getirebilirler. Her ne kadar bu işi tek başına yapamaz ve yaptıklarında Allah’ın izniyle yapabilirlerse de bu amelleriyle Mevlâna’nın “Benim onlara Hâlik diyesim geliyor” sözünü haklı çıkarırlar.

Tasavvuf âleminde Asr-ı Saadet devreleri olduğu gibi, Süleymanlık devreleri de vardır. Gerçek mürşitler, “Benim ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri ayarındadır” hadisi gereğince bazı tasarruflarda bulunabilir ve keramet gösterebilirler. Ancak bu, onların kendi arzularına tabi olmayıp, onlardan işleyenin bisıfâtihi (sıfatı vasıtasıyla) yaptığı işler mahiyetindedir. Böylelerinin her devirde bulunduğunu bilmekte fayda vardır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Hâlik, Halikiyetin İnsanda Tezahürü s. 129





Hâlik

25 08 2017

“Allah’ın yaratıcılık sıfatıdır. Yaratıcı olan Allah “vacib-ül vücud”dur, yani kendi kendine var olmuş ve olmak için hiçbir şeye muhtaç olmamıştır. O, “Âlemlerin gânisi“dir <3-97>, ihsanı çoktur, atâsı boldur, bağışlayıcıdır, fail-i mutlak ve fail-i hakikidir. Allah’ın zâti olarak hiçbir şeye, ne kullarının kıldığı namazlara, ne tuttukları oruca, ne verdikleri zekâta, ne gittikleri hac ve umreye, ne de verebilecekleri veya yapabilecekleri başka şeylere ihtiyacı yoktur. Çünkü O’nun bu emirleri veriş nedeni hüvezzahir esmasındaki kullarının birbirleriyle kaynaşması, birbirlerini sevmesi, bir noktaya baş vurup, nifak ve ayrılığı ortadan kaldırmasıdır. O, böyle yaptıklarını görüp onlarla iftihar etmek istemektedir. Bu arzusu, aynen bir anne ve babanın çocuk yetiştirirken, hayvan yetiştiren bir kişi gibi, yetiştirdiğinin etinden, sütünden, kılından, derisinden, gübresinden istifade etme düşüncesine sahip olmasına benzer. Çünkü O, hiçbir şeyinden istifade edilmeyen insanı sadece sevgi ve muhabbeti için yaratmış ve insanların da birbirlerini sevip birbirleri tarafından sevilmesini arzu etmiştir.

Allah bir padişah gibidir. Birini görüp, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’ı gördüğünde yaptığı gibi, “Alın şunu enderûna” deyiverir. Ne mutlu böylelerine!…

Tabii bu sözün söylenebilmesi için hem görülen kişide bir kabiliyet, hem de emri verende güç ve kuvvet olması lazımdır. Örneğimizdeki Mimar Sinan’ın eserleri ortadadır. Sinan’da o yetenek olmasaydı, o eserler meydana çıkmazdı. Ama Kanuni’de de, onu elinden tutup Ağırnas Köyü’nden çıkartacak güç ve kuvvet olmasaydı, Sinan, Mimar Sinan haline gelip bu eserlerle kendini tanıtamazdı. Bu misali çok iyi düşünmek lazımdır.

Allah’tan zuhur eden her şey mahluktur. Mahluksa muhtaçtır. İnsan eşref-i mahlukat (yaratılmışların şereflisi) olduğu halde, onun da ihtiyaçları vardır.

Hiçbir mahluk kendini yaratamayacağı için mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu duruma tasavvuf dilinde “mümkün-ül vücud olmak” denir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, Hâlik s. 128





Cennet ve Cehenneme Girmek

24 08 2017

“Allah’ın Üzeyr’e “Kaderin mahiyetini sorma isteğine son vermezsen, adını peygamberlik divanından silerim” demesi, bundan sonra gerçek sana [peygamberlerdeki gibi bildirme yoluyla değil] tecelli vasıtasıyla gelir demektir. Bu durumda peygamber ve nebi adı düşer, velilik ise kalır. Şu var ki genel bağlam, ifadenin tehdit yerine geçtiğini gösterir. Binaenaleyh kendisinde bu halin söz konusu ifadeyle bir araya geldiği kimse, ifadenin velilik mertebelerinin bazı özelliklerinin bu dünyada kesileceği tehdidini içerdiğini anlar. Nebilik ve resullük, veliliğin içerdiği mertebelerden özel mertebelerdir. Buradan, onun resullük veya hüküm getiren nebiliğin bulunmadığı veliden üstün olduğu anlaşılır.

Nebilik mertebesinin gerektirdiği başka bir halin kendisinde [bu ifadesiyle] bir araya geldiği kişi ise ifadeyi tehdit değil, bir ödül vaadi sayar; çünkü Üzeyr peygamberin duası, kabul edilmiştir, çünkü nebi, ‘özel veli’ demektir.

Metnin bağlamından şu da öğrenilir: Velilikte bu ayrıcalığın sahibi olması bakımından nebi, Allah’ın ondan [meydana gelmesini] sevmediği bir işi yapamaz veya gerçekleşemeyeceğini bildiği bir davranışta bulunamaz. Bu haller harhangi bir kimsede [söz konusu ifadeyle] bir araya gelip yerleştiğinde ‘adını peygamberlik divanından silerim’ sözündeki ilahi hitap o kişide vaat yerine geçer ve [peygamberlik divanından silindikten sonra] kalan mertebenin yüksekliğini gösteren bir habere dönüşür. Söz konusu mertebe, ahiret hayatında nebi ve resuller için kalan mertebedir. Orası insanlar cennete veya cehenneme girdikten sonra, Allah’ın yaratıklarından herhangi birisinin kendisine göre yaşayacağı şeriatın bulunacağı bir yer değildir.

Burada iki diyara -cennet ve cehenneme- girmekle sınırladık; çünkü Kıyamet Günü [peygamber tebliğinin ulaşmadığı kimseler olan] fetret ehli, küçük çocuklar ve deliler için bir şeriat olacaktır. Onlar günahkârlar için cezalandırma ve adaletin yerine getirilmesi, cennet ehlinde ise ödül ve karşılığın verilmesi için tek bir alanda toplanacaktır. Onlar insanlardan uzak bir alanda toplanınca, en erdemlilerinden birisi onlara peygamber olarak gönderilir. Ateş onlara gösterilir ve o gün peygamber olarak gönderilmiş bu peygamber ateşi getirip kendilerine şöyle der: ‘Size gönderilmiş gerçek bir paygamberim.’ Bir kısmı peygamberi tasdik eder, bir kısmı yalanlar.

Ardından peygamber onlara şöyle der: ‘Kendinizi ateşe atınız! Emrime olumlu cevap veren kurtulur ve cennete girer. Emrime karşı gelen ve aykırı davranan cehenneme girer ve yok olur.’ Bunun üzerine peygamberin emrine uyup kendisini ateşe atan kimse mutlu olur, amelinin karşılığında ödüle ulaşır, ateşi serin ve esenlikli bulur. Peygamberin emrine karşı gelen ise cezalandırmayı hak eder, böylece cehenneme girer; Allah tarafından kulları arasında adaletinin gerçekleşmesi için peygamberin emrine aykırı davranışıyla ateşe yerleşir.

O gün topuk topuktan uzaklaşır [68:42] ayeti de bu konuyla ilgilidir. Kastedilen, ahiretteki büyük ve önemli bir iştir. Onlar secdeye çağrılır [68:42]. Bu ise bir teklif ve hüküm koymadır. İçlerinden bir kısmı secde etmeyi başarır, bir kısmı ise başaramaz. Onlar, haklarında Allah’ın Secdeye çağrılırlar, fakat bunu yapamazlar [68:42] dedikleridir. Ebû Cehil vb kulların bir kısmı da dünya hayatında Allah’ın emrine bağlanmamıştı.

İşte bu, Kıyamet Günü cennet ve cehenneme girmezden önce, ahirette şeriattan kalan kısımdır. Bu nedenle onu ‘[cennet ve cehenneme] girmek’ ile sınırladık.

Allah’a hamd olsun!…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XIV. Fas Üzeyr Kelimesinde Kader Hikmeti, Velilik ve Nebilik Konusu, s. 148
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Velilik ve Nebilik

23 08 2017

“Velilik en kuşatıcı genel felektir ve bu nedenle kesilmemiştir. ‘Genel peygamberlik’ ona aittir. Yasa getiren peygamberlik ve resullük [elçilik] ise sona ermiştir ve Hz. Muhammed’le kesildi. Ondan sonra nebi ve resul yoktur. Başka bir ifadeyle kendisini bağlayan bir yasa alan veya önceki bir peygamberin getirdiği yasaya uyması emredilen nebi veya herkesi bağlayan yasa getiren resul gelmeyecektir.

Bu hadis Allah’ın velilerinin ortaya çıkmasını engellemiştir; çünkü hadis, [nebi ve resule mahsus] tam ve yetkin kulluk tecrübesinin bittiği anlamına gelir. Artık kula peygamberliğe mahsus isim verilmez. Kul öncelikle efendisine isimde ortak olmak ister -ki efendi Allah’tır. Allah ise nebi veya resul diye isimlendirilmemiş, veli diye isimlendirilmiştir. Allah şöyle buyurur: Allah iman edenlerin velisidir [2:258]. Başka bir ayette ise şöyle buyurur: O veli ve hamiddir [42:28]. Veli adı ise dünya ve ahirette, Allah’ın kulları üzerinde kalıcı ve süreklidir. Dolayısıyla nebilik ve resullüğün kesilmesiyle, Hakkın dışında yalnızca kullara mahsus [çünkü nebi ve resul ismi kullara mahsus idi] bir isim kalmadı.

Ne var ki Allah kullarına lütfetmiş ve onlar için genel nebiliği geride bırakmıştır. Genel nebilik, kendisinde herhangi bir şekilde yasa koymanın bulunmadığı peygamberliktir. Ayrıca kulları için hükümleri belirlemede, içtihat alanında hüküm koymayı geride bırakmıştır. Onlar adına vârisliği belirtmiş ve “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyurmuştur. Bu konudaki yegâne miras, hükümler alanında içtihat edip onu yasa haline getirmiş olmalarıdır.

Bir peygamberin hüküm koymanın dışında bir şey söylediğini gördüğünde, [bilmelisin ki] bu durum, onun veli ve arif olması yönünden kaynaklanır. Bir peygamberin ‘bilen’ [veli, arif] olması bakımından makamı, peygamber ve hüküm koyan veya şeriat sahibi olması bakımından makamından daha yetkin ve tamdır. Allah ehlinden herhangi birisinin “Velilik peygamberlikten daha üstündür”dediğini duyduğunda veya böyle bir söz sana aktarıldığında, [bilmelisin ki] bunu söyleyen kişi yalnızca belirttiğimiz anlamı kastetmiştir. Şöyle de denilebilir: “Veli nebi ve resulden daha üstündür.” Bu durumda bir şahısta bulunan velilik ve peygamberliği kasteder. Bir peygamberin velilik yönü, nebi ve resul olma yönünden daha tamdır. Yoksa bu ifade, kendisine uyan bir velilin peygamberden daha üstün olduğu anlamına gelmez; çünkü uyan, hiçbir zaman, uyduğu konuda uyduğu kimseye yetişemez. Ona yetişseydi, o zaman kendisi ona uymazdı. Anlayınız! O halde, yasa getiren peygamberin ve nebinin dayanağı, velilik ve bilgidir. Allah’ın peygamberine -başka bir şeyi değil- bilginin artmasını istemeyi emrettiğini görmüyor musun? Bu bağlamda, Allah peygamberine şöyle emreder: De ki: Rabbim bilgimi artır [50:114].

Bunun açıklaması şudur: Bilindiği gibi, şeriat belirli amelleri [yapmak] veya belirli davranışları yasaklamak şeklinde bir yükümlülük demektir. Uygulama alanı ise dünya hayatıdır ve [Hz. Muhammed’le birlikte] bitmiştir. Velilik ise böyle değildir; çünkü velilik kesilseydi, tıpkı resullük gibi, kendisi olmak bakımından kesilmiş olurdu. Kendisi olmak bakımından kesilseydi, geride ismi kalmazdı. Veli ismi ise Allah için ebedi bir isimdir. Kullar için velilik ismi bağlanma, ahlaklanma ve tahakkuk anlamıyla geçerlidir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XIV. Fas Üzeyr Kelimesinde Kader Hikmeti, Velilik ve Nebilik Konusu, s. 147
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Allah Her Şeye Yaratılışını Vermiştir

22 08 2017

“Allah’ın Üzeyr’i kader konusundaki sorusu nedeniyle azarladığını gördüğümüzde, onun bu tarz bilgiye ulaşmak istediğini anladık. Üzeyr Peygamber kudretin konusuyla ilgili bir gücünün olmasını istemişti. Bu ise ancak mutlak varlığın sahibi için olabilir. O halde Üzeyr zevk bakımından yaratıklarda gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeyi [öğrenmek] istemişti; bir şeyin nasıl gerçekleştiği, ancak tadılarak idrak edilir.

Rivayete göre, Allah Üzeyr’e şunu bildirmiştir: ‘[Kader sırrını öğrenmekle ilgili] bu isteğinden vazgeçmezsen, adını peygamberlik divanından silerim.’ Başka bir ifadeyle sana bilgilerimi ulaştırmada ‘bildirme’ yolunu kaldırıp bilgileri sana tecelli yoluyla ulaştırırım. Tecelli ise senin yeteneğine göre gerçekleşebilir ki, söz konusu kabiliyet zevk idrakinin kendisiyle gerçekleştiği şeydir. Sen de ancak yeteneğine göre algılayabileceğini bilmelisin.

[Allah Üzeyr’e âdeta şöyle der] istediğin bu işe bak! Onu görmezsen, onu isteyen yeteneğin sende bulunmadığını anla! Dolayısıyla, onu bilmek, ilahi zatın özelliklerinden birisidir. Kuşkusuz, Allah’ın her şeye hakkını verdiğini biliyorsun. Bu özel yeteneği sana vermediğime göre, o senin yaratılışına ait değildir. Senin yaratılışın olsaydı, hiç kuşkusuz her şeye yaratılışını verdiğini [20:50] bildiren Hak, onu sana verirdi. Bunu öğrendiğinde ise böyle bir istekten kendi kendine vazgeçersin ve bu konuda Allah’ın yasaklamasına gerek duymazsın.

Bu ise Allah’ın Üzeyr’e olan ihsanıdır. Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XIV. Fas Üzeyr Kelimesinde Kader Hikmeti, Peygamberlerin Bilgisi, s. 146
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları