Kurtuluşun “Aşk”tadır

31 01 2018

“Ey insan! Hiç bir zaman gerçekten kaçmak mümkün değildir. Bu kâinatta bir Allah vardır. O varlığın ispatı da sensin. Sen özünde Allah varlığına ulaşmaya bak. Allah varlığına ulaşmak, Allah cemaliyle mümkün olmaktadır. Şimdi bu cemalin sana perdeli olması, Allah’tan başka düşündüklerindendir. Sen, yaratıcı bir sıfata sahipsin. Sen yaratan sevgiye ulaş ki yaşatan sevgiyi bulabilesin. “Nedir bu yaratan ve yaşatan sevgi?” dersen, biri “şehvet”, biri de “şefkat” sevgisi derim.

*

Ey insan! Yukardaki bu sözlerimle kâinatta iki sevginin olduğunu söylemek istiyorum. Biri şehvet sevgisi, biri de şefkat sevgisidir. Bilinmelidir ki şefkat sevgisi, şehvet sevgisinden doğmaktadır. Yani şehvetle vuslat olur, o vuslattan dünyaya gelen evlatlar da şefkat ile sevilir ve yaşattırılmaya bakılır. Yani, sevginin birisi “yaratıcı”, birisi de “yaşatıcı”dır. Nedendir, bilmem ki herkes bu olayı bildiği halde ve yaşadıkları halde, olayı açmaktan kaçınırlar. Halbuki bu bir gerçektir ve gerçekten de kaçınılmaz.

*

Ey insan! Allah’ın güzel isimlerinden ikisini açmak istiyorum : Biri Rahman, biri de Rahim’dir. Rahman ismi, esirgeyen, bağışlayan, koruyan, yaşatan gibi olgulara hükmeder. Diğer Rahim ismiyse, ahirette müminleri koruyacağını söyler. Olayın manasını anlamak ister isen, sen burada tüm varlıkları esirge, bağışla, koru, yaşattır ki sen de esirgenen, bağışlanan, korunan ve yaşattırılan olasın. Baksana olaylar gene senin elinde kaldı. Sen yapmadan, Allah’tan bir şey bekleme. Allah ne dediyse onu yapar. Seni senin yaptığınla hükmeder ki hükmeden de gene senin yaptığın olacaktır.

*

Ey insan! Dünyada birçok kişiler birçok teoriler ortaya koyarlar ki bu teorilerin hiçbirisi seni kurtarmaz. Sen ne yaparsan o’sun. Beyninde, gönlünde bir zerre yapıcı düşünce var ise, o seninle; unutma, dostun yanında dosta layık bir şey düşünmek lazım. Dosta layık olan şeyleri de nefs hiçbir zaman keşfedemez. Dosta layık şeyleri, dostu gördükten sonra anlayabilirsin. Sen henüz dostunun Allah olduğunu dersin ama Allah’ın da ne şeklini, ne cinsiyetini, ne de varlığını henüz bilmemektesin. Onun için O’na henüz hiçbir hediye seçme. Ancak O’nun emrini tut. Tutmuş olduğun emirlerle sana yüzünü açacaktır ki o zaman seçeceğin hediyeye karar verebilirsin.

*

Ey insan! Yaşamış olduğun bu dünyada bir an bile Allah’ı senden ayrı düşünme. Hele, yakında hiç düşünme. “Nasıl düşüneyim?” der isen, hiç düşünme, düşünceni kaldır. Kendini görmeye bak. O zaman ne düşüncen kalır, ne de sen. Yalnız O olur, O’nu yaşarsın.

*

Ey insan! Mürşitliğe heves etme. Zamanını kendini bulmaya harca. Baksana hangi mürşit ölmedi ki! Sen, ölmeden önce ölmenin sırrını öğrenmeye bak. Bu olgu da amelsiz ve olayın geleneklerini yaşamadan hiç olmaz. Boş laflara hiç kulak asma. Baksana hal ehli bir kişi diyor ki “çeşmelerden bardağın, doldurmadan kor isen, bin yıl orda dursa, kendi dolası değil”.

*

Ey insan! Sen seni sakın bana sorma. Ben sana “iyi” dersem, belki de sevinirsin. Ama neye yarar ki! Sen seni benden daha iyi bilirsin. İyiliğin, kötülüğün ölçüsü karşıdan ölçülmez. İyilik-kötülük insanın vicdanından ölçülür. Onu da insanın kendisi daha iyi anlayabilir. Belki de yaptığın bazı hareketlerle ben seni ölçmeye kalkabilirim. Senin bir yılanı öldürmen bana yansıyabilir. Bunun için ben sana hüküm verirsem, sebebini bilmeden olacaktır. Belki de o yılanın elinden bir çocuğu kurtarmak istiyordun. Bu temsil yılan olmayıp başka şey de olabilir. Her sebep sana bir iş yaptırabilir. Yapılan olayın sebebini, olayın kendisini, sen vicdanınla daha iyi ölçebilirsin.

*

Ey insan! Senin kurtuluşun “aşk”tadır. “Aşk”ın da ne olduğunu sana hakiki yüzüyle açmaya çalışacağım…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 4 Aralık 1985                                                                                            





Ezel ve Ebed Döngüsünde Senden Başka Kimse Yok

30 01 2018

“Ey insan! Bugün insanları bilimde düşündüren bir konu da “ruh” konusudur. Halbuki bu konu, çok açık bir biçimde hepimize sergilenmiştir. Misal verirsek, varlıkta iki unsur mevcuttur: Biri yaratıcı, biri de yaratılan. Yaratıcının ruhu, kendi varlığıdır. Yaratılanın ruhu ise, yine kendi varlığıdır. Yani, yaratıcı “Hay”dır, yaratılan da “Hay”dır. Bu iki unsurun arasındaki fark, yaratıcı, şeklinde kendi benzerliğinde değişkendir. Yaratılan ise her türlü şekle girmektedir. Aslında birbirinin aynasıdırlar. Madde, varlığa mirat olmuştur, varlık da maddeye ayna olmuştur. Birisi olmadan öteki düşünülemez. Şeriat, bunlara “Ruh-u Sultani”, “Ruh-u Hayvani” diye isim vermiştir. Sen, gayret et, Ruh-u Hayvani’ni, Ruh-u Sultani’ye teslim et, yoksa enerji ve madde boyutunda devreder durursun. Yalnız iyi anlaki Ruh-u Sultan’ın, yani yaratıcı varlığın, bu devre (tenasuha) tabi değildir. Maddi varlığın ve aklın bu tenasuha tabidir. Kendi amelinde kendini kurtarmaya bak.

[Açıklama: yukarda varlığa, “kendi menzilinde kendi ruhu” demiştik. Yaratılan maddeye de “kendi menzilinde kendi ruhu” demiştik. Burada şunu derim ki, yaratılan bu madde, varlığın “Hayat” sıfatıyla ruhlanmıştır.]                                   

*

Ey insan! Sakın sen geleceği küçümseme. Fizik kuramlarını okumaya bak. Bu evrendeki sıcak-soğuk-gaz ve benzeri olayları anla ve incele. Bu menzil, senin Rabbe geçidindir. Sen, bu geçitten mutlaka geçeceksin. Sakın, bu geçide “kolaydır” diyenlere sen aldırma. Akıl, bu menzilde hiçbir olaya dayanamaz. Sen gayret et ki, aklın Allah cemalinde sarhoş olsun ki, bu menzildeki acıları hissetmeyesin. Yoksa, nebi de, veli de, mürşit de bu menzilde aynı derecede yolculuk yapmaktadır. Senin gözün Allah’ın cemaline mutlaka takılsın ki seni bin parça etseler bile anesteziyle ameliyat olan hasta gibi acı duymadan menzilini geçmiş olasın.

*

Ey insan! Nefslerini bilmeyen kişiler mürşit postuna oturabilir, ne yaptığını, nereye gittiğini bilmeden sana berat mektubu verebilir. Mektubunda, Allah’ın dostu olan nübüvvet sahiplerinin mührü bulunmazsa derdinin dermanını hiç de bulmuş olamazsın. Bizler Kur’an’a iman etmiş kişileriz. Kur’an da ayetlerinin inkarına hiç müsamaha etmiyor. Ayetlerin inkarına Allah acı dille konuşuyor. Madem ki hepimiz Allah’a inanıyoruz, Allah sözleri sahihdir, ciddidir, hiç şakaya gelmez. Mürşidin vasıtasıyla, illa da beratını Muhammed yolundan al. Hz. Muhammed dostun yollarını, Allah’ın yollarını, cemalin yollarını, Allah’ın emriyle denedi ve de başarıya ulaştı. Senin de kurtuluşun bu denenmiş yoldadır. Bu yolun sırrını bilmeyenler, belki de senin aklını çelebilirler. Ne acı bir gün olur, kıyam edince anlarsın ama, son pişmanlık çare değildir.

*

Ey insan! Her söz, her vaad bir gerçeğe dayanmalı. Sen, Âdem gibi, önce kendini topraktan yarat. Melekleri kendine secde ettir. Ruhlar aleminde Rab ile bütünlüğünü yaşa. Kendini cennetle nimetlendir. Ve, Havva’yı o menzilde yaşamaya bak. Ve de korkma, Havva seni dünyaya çıkarsın. Çıkmış olduğun bu dünyada, kendi Havva’nı kendinden yarat. Yeryüzünün halifeliğini kendi nefsine talim ettir. Allah’ın vekili olduğunu hiçbir zaman unutma. Allah, senin amelini niyetine göre değerlendireceğinden halis niyet ile gönlüne cemal güneşini doldur ki Allah oraya tecelli edebilsin. O zaman sen, seni bilmiş olursun ki ezel ve ebed döngüsünde senden başka kimse yok. Unutma, dünyaya muhabbet, seni herzaman helâke, yani yokluğa götürür.

*

Ey insan! Geçmiş, geçmişte kalmıştır. Gelecek, senin bugününe bağlıdır. Sen, bugününü iyi değerlendir ki geleceğin seni yormasın. Sen, senden başka hiçbir kapıya köle olma. Kölelik, insan fıtratına aykırıdır. Sakın, zihni düşüncelerine ise hiç köle olma. Hürriyet, insanoğlunun şanındandır. Sen, beynini tabi haline indirmeye bak ki, hem sana, hem Rabbe, hem cemale ayna olsun ki, tüm aradığın gerçekler senin beyninde vardır. Ama, bugün, sen seni değil de düşüncelerini yaşamaktasın. Sen, düşünce boyutundan çıkınca, göreceksin ki yaşayan senin kendinsin ve de kendini yaşamaktasın. Belki de o zaman, ezel-ebed döngüsünün sırrını çözüp ezelin de ebedin de sen olduğunu anlayacak, kendi sıfatlarının cemaliyle yaşayabileceksin. Zaten sana yaşamak düşer. Allah, kendi varlığında vardır. Senin Allah’ta yaşaman az bir şey mi? Sakın yaşamanı koyup da Allah’lığa özenme. O zaman kendi güzel yaşamın da elden gider, tenasuhta devreder durursun…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 4 Aralık 1985





İlmin Faydaları

29 01 2018

“İlmin, insana iki yönlü faydası vardır. Maddi faydası, kazanç sağlayıp kişinin ve ailesinin dünyevi yaşam şartlarını iyileştirmesi, manevi faydasıysa insanın ruhunun açlığını gidermesidir. Onun için, insanın tatmin olup doyuma ulaşabilmesi için maddi ilimlerle beraber, manevi ilimleri de öğrenmesi gerekir.

İnsan, daima bildiği, hem de iyi bildiği işi yapmalıdır. Bilmediği bir işi bilirim havasına kapılarak yapmağa kalkan kimse, kendisi mahcup olmakla kalmaz, başkalarına da zarar verir. Anlatılan şu fıkra bunun güzel örneklerinden biridir: Çok zengin bir adamın bir oğlu varmış. Oğlan belirli bir yaşa gelince babası “Hazırdan yemeye hazine dayanmaz, şuna bir meslek edindireyim de yarın ben ölünce kendisinin ve ailesinin geçimini sağlasın” diye düşünerek oğlunu karşısına almış ve ona düşündüklerini anlattıktan sonra “Bak oğlum, birçok meslek var. Git, bak, araştır. Hangisini beğenirsen seni onun ustasının yanına çırak vereyim. İşi öğrendikten sonra da bir dükkan açayım” demiş. Oğlan birkaç gün sonra, babasına gelip “Baba, ben baktım, araştırdım, en kolay meslek olarak terziliği gördüm. Terzi olmak istiyorum” demiş. Bunun üzerine adam oğlunu bir terzinin yanına çırak olarak vermiş. Oğlan işe başlamış. Bir hafta kadar ustasının yanında durmuş. Onun iple nasıl ölçü aldığını (O devirde terziler elbise ölçüsünü iple alır ve ipin üstüne attıkları düğümlerle ölçümü işaretlerlermiş.), kumaşı nasıl kestiğini görmüş, biraz da dikiş öğrenince babasına gelip “Baba ben işi öğrendim, dükkanı açabilirsin” demiş. Baba zengin olduğu için hemen dükkanı açmış ve oğlan da işe başlamış. Derken, bir gün zengin bir köy ağası, yanında evlenme çağında olan oğlu ve bir top kumaşla dükkana gelmiş ve “Bak terzi efendi. Bu benim oğlum. Bir ay sonra evlenecek. Al sana bir top da kumaş. Bundan çocuğa bir yağmurluk, bir cepken, bir pantol, bir de mintan yap. Kumaşın gerisi senin olsun ama bu istediklerimi mutlaka düğüne yetiştir” demiş. Acemi terzi, damat adayını karşısına alıp eline aldığı bir iple oğlanın boyunu ölçmüş ve ipe bir düğüm atmış, enini ölçüp bir düğüm daha atmış, pantolon boyunu ölçüp bir düğüm daha, belini, kol boyunu vs.’yi ölçüp birer düğüm daha attıktan sonra, aklınca ölçü almayı bitirmiş ve müşterisine “Siz hiç merak etmeyin, ay sonunda hepsi hazır olur” demiş ve onları göndermiş. Onlar gidince eline makası almış, ama ipteki düğümlerin hangisinin ne ölçüsü olduğunu şaşırmış. Nasıl olsa kumaş bol diye düşünüp burası boy, burası en, burası kol diye rastgele kumaşı kesmeye başlamış ama sonunda bir de bakmış ki, kesim hatası yüzünden yağmurluk çıkmayacak, bu kez bari ceket yapayım diye niyetlenmiş ama ceket ölçüleri de rastgele alındığından o da çıkmamış. Mintan da çıkmayınca bari şu parçalardan bir tütün kesesi yapayım diyerek üç, dört tane tütün kesesi yapmış. Ay sonunda ağa gelip “Hazır mı siparişler terzi efendi” deyince acemi terzi “Ağam senin kumaş ancak şu üç tütün kesesine yetti. El emeği istemem, o da benim düğün hediyem olsun” deyivermiş.

Tabii bu bir fıkradır ama insan bilir bilmez bir işe atılırsa, böyle bir sonuç alması yadırganmaz. Bu kural maddi âlemde de geçerlidir, manevi âlemde de… Rastgele insanların mürşitlik hevesine kapılmasının sonuçlarını her gün cemiyette görmüyor muyuz?…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Faydaları, s. 218





Âdab-ı Muaşeret

28 01 2018

“Cahil bir insan istediği kadar zengin, istediği kadar şan ve şöhret sahibi olsun, sonunda mutlaka hakirdir. Böyle olduğunu gösteren en güzel örneklerden biri aşağıdaki hikayedir.

Medreseden yeni mezun genç bir hoca bir köye gelip misafir olur. Namaz zamanı gelince, köylüyle birlikte camiye gider. Camide namaz kılıp vaaz dinlerken, köyün hocasının hiçbir şey bilmediğini ve zır cahil olduğunu fark edip namazdan sonra durumu köylülere anlatır. Yıllardan beri o köyün hocalığını yaptığı ve kendini köylüye kabul ettirmiş olduğu için, köylü bu genç hocanın sözüne pek rağbet etmez. Tabii, birisi hemen onun söylediklerini eski hocaya iletir. Bunun üzerine eski hoca gelip köylülere ikisini imtihan etmelerini teklif eder. Köylü kabul eder. İkisinin eline de birer kağıt verip öküz yazmalarını söylerler. Eski hoca eline aldığı kalemle kağıda öküz resmi çizer, genç hoca ise eski yazıyla öküz yazar. Eski hoca iki kağıdı eline alıp köylülere dönerek “Bunların hangisi öküz” deyince, okuma bilmeyen köylüler resme bakıp resmin öküz olduğunu söylerler. Bunun üzerine, genç hoca mahçup olup köyden kaçar, başka, uzak bir yerde iş bulur, çalışmaya başlar. Yıllar sonra bir gün yolu tekrar o köyle düşünce olayı hatırlar ve o hocanın köyde olup olmadığını sorar. Orada olduğunu öğrenince, bir oyun planlayıp uygulamaya koyar. Yine köye misafir olur, köylüyle camiye gider ve vaazı dinledikten sonra köylüye dönüp hocalarının çok değerli olduğunu ve o zâtın bir kılını bulunduranın dert görmeyeceğini, hatta cennete gideceğini söyler. Bunun üzerine, köylü hocaya saldırıp saçını, sakalını yolmaya başlar. Durum civar köylerden de duyulup onlar da kıl almak için akın akın gelmeye başlayınca, köyün hocası bakar ki bu işin sonu gelmeyecek, bu kez kendisi köyden kaçmak zorunda kalır.

Bu hikaye, bilgiyi halka ulaştırmanın belirli bir yolu ve yöntemi olduğunu, bunu da unutmamak gerektiğini öğretmektedir. Buna “âdab-ı muaşeret” yahut günümüz tabiriyle “halkla ilişki kurma yöntemi” denir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Faydaları, s. 217





İlim Rütbelerin En Üstünüdür

27 01 2018

“İlmin bir başka faydası da, insanı gençleştirmesidir. Ben gençken, hastalıklarım dolayısıyla ihtiyardım, bu ilmi öğrendikçe gençleştim, çünkü evhamdan ve ölüm korkusundan kurtuldum. Böylece, cennettekilerin neden otuz üç veya otuz beş yaşında olacaklarını da anlamış oldum.

İnsan için faydasız bilgi yokur. İnsan bilsin de, isterse davul çalmayı bilsin. O bile, yeri gelir insana yardımcı olur. Bir müzik aleti çalmasını bilen, askerlikte bile diğerlerine nazaran daha rahat eder. Çünkü, onun görevlerini arkadaşları severek üstlenir… İlmin ve bilginin insana hiçbir zararı olmayacağını bilip yeri geldiğinde bu bilgileri meydana çıkartmak gerekir. Zaten insanları birbirinden üstün hale getiren de, onların sahip oldukları ilim miktarıdır. Kimin ilmi fazlaysa, o daha üstündür.

Bilginin zararı olmayacağı için insan her an bir şeyler öğrenmeye çalışmalıdır. Peygamberimizin, bir saatlik ömrü kaldığı kendisine malum olan bir kişinin “Bu bir saat içinde ne yapayım” sorusuna “İlim tahsil et” cevabını vermiş olması, hem bu söylediğimizi teyit etmekte, hem de kendilerinin ilme verdiği değeri göstermektedir.

Evham, cehaletten kaynaklanır. Gerçek bir mümin veya kâmil, evhama kapılmaksızın, gelen derdin çaresini arayıp bulmaya çalışır.

Gam, keder de bunun gibidir ve kendini bilmeyen dünya ehlinin vasıfları olarak bilinir. Ehl-i dünya, Allah’tan gelmiş olduğu halde, kendini unuttuğu için akıbetinden emin olmayan demektir.

Hazret-i Peygamberin ilme çok fazla önem vermesinin ve “İlim rütbelerin en üstünüdür” demesinin nedeni budur. Çünkü ilim, insanın kendisini bilmesi ve ehl-i dünya olmaktan kurtulmasını sağlar.

Korkunun nedeni cehalettir. Işığa kavuşmuş oldukları için bilenlerin korkusu kalmamıştır. İlim sahibi olanlar, karanlık görülen yerlerde dahi, yanan kandilleriyle önlerini görürler. “Korkuları yoktur ve onlar mahzun da olmazlar” <10-62> ayeti onlarda tahakkuk etmiş olduğu için, karanlıktan kurtulmuşlardır. Her şeyi kendilerinde buldukları için yabancılık da çekmezler.

İlim de, cehalet de insana cesaret verir. Özellikle de konuşmada… Ama konuştuğunda âlim makbul, cahilse mahcup olur. Mahcup kelimesi de, arada hicap perdesinin mevcudiyetini gösterir.

Cahil insanlar sadece konuşmada değil, günlük yaşamda karşılaştıkları pek çok olayda da cesur olur ve bilenlerin yapmaya cesaret edemediği pek çok şeyi hiç düşünmeden yapmaya kalkarlar. Örneğin, doktorlar mikrobun ne olduğunu bildikleri için ondan korunma yollarına titizlikle uygukları halde, cahiller mikroplarla birlikte yaşarlar. Bu birlikte yaşamada onları koruyan yine Allah’tır, çünkü bağışıklık sistemi dediğimiz, vücudun kendini koruma sistemini de, O yaratmıştır ve faal tutmaktadır.

Cahil bir insan bir tarafını yaraladığında, yarasının üzerine akıl almayacak pislikler koymaktan çekinmez. Sonunda, lenf yolları ve lenf bezleri iltihaplanıp şiştiği zaman, bunun, yaptığı hatanın sonucu olduğunu düşünmeden ağrıdan, ateşten ve şişlikten şikayet eder. Halbuki o reaksiyonların hepsi, vücudunun korunması için yaratılmış birer kale olan lenf bezlerindeki savaşın sonucudur. O şişen bezler, mikropların yayılıp tüm vücudu istila etmesini engellemeye çalışmaktadır. Bu mücadeleyi kazananların vücutları, artık o mikroba karşı bir nevi bağışıklık kazanmış olur ve bir daha o mikroptan korkmaz hale gelir. Yani, bir nevi aşılanma olmuş, vücudunda o mikroba karşı bağışıklık maddeleri oluşmuştur. Bu bağışıklık maddelerinin oluşması, vücudun o güne kadar tanımadığı, kendisine yabancı olan mikropları tanıması demektir. Bu tanışıklıktan sonra, artık o tanınan mikroplardan kolay kolay zarar gelmeyecektir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Faydaları, s. 215





Mertebe Farkı

26 01 2018

“İlim, ister maddi olsun, ister manevi, insanın çeyizidir. Bu çeyiz sadece dünya hayatının değil, ahiret hayatının da güzelliğine güzellik katar. Onun için, âlimlere Allah tarafından bir ilim gömleği giydirilir ve onlar bu gömlek sayesinde cennete girerler. Kur’an’da ilk gelen ayetin “Oku” <96-1> olmasının nedeni budur.

Bilen insanla bilmeyen arasında mertebe farkı vardır. Her ikisi de yaşar ama yaşamları birbirinden farklı olur. Biri bir binanın bodrum katında oturup ancak başını kaldırdığında yolu görebilirken, diğeri beşinci, onuncu veya otuzuncu katında oturur ve bir bakışta şehrin yarısını görebilir. Sonuçta ne olur? Her ikisinin de başlarını sokacakları birer evi vardır ve bu nedenle Allah’a şükrederler ama bilgisi fazla olanın evi daha aydınlık, daha güzel manzaralıdır.

Bodrumda oturan da şükürde kusur etmemelidir, aksi halde insan, aşağıdaki hikayedeki adamın durumuna düşebilir: Adamın biri çölde giderken yarı beline kadar kuma gömülü birini görür. Adama ne olduğunu sorduğunda, Haramilerin, donuna varıncaya kadar her şeyini aldıklarını ve üzerinde hiçbir şey kalmadığı için kuma gömülerek ayıp yerlerini örtmeye çalıştığını öğrenir. Bunun üzerine “Geçmiş olsun, sen yine de haline şükret” deyince, kumdaki adam kızgınlıkla “Daha ne şükredeceğim yahu, bir şeyim kaldı mı ki” derken daha sözünü bitirmesine fırsat kalmadan, bir fırtına çıkar ve onu örten kumları da alıp götürüverir.

Onun için insan, hiçbir zaman isyana yönelmemelidir. Çünkü, zaten her şey Allah’ındır ve insanın hiçbir zaman, bir şeyi olamaz. Bu durum bilindiği halde, maalesef, çok kimsenin bir türlü gözünün doymadığını görüyoruz.

Bilinçli bir insan hiçbir zaman boş durmaz, daima ve Allah için çalışır. O’nun verdiği kadarına rıza gösterip mutlu olur. Böyle hareket etmeyen bir insanın mutlu olması mümkün değildir. Çünkü, Allah bugün verdiğini isterse yarın alıverir. Eğer kişi bilinçliyse, onun nazarında var ile yok eşit olduğu için bu değişimden etkilenmez. Çünkü, bilir ki varken de, o “var” dedikleri kendinin değildir.

Dini ilimlerin en büyük faydası, günün birinde kaçınılmaz olan “geri dön” emri geldiğinde, insanın kolayca “al emanetini” diyebilmesini sağlamasıdır. Eğer kişi canın, malın, çoluğun, çocuğun gerçek sahibini biliyorsa, o zaman, mesele kalmaz. Ama bilmiyor ve onların kendisinin olduğunu zannediyorsa, o zaman kolay kolay canını veremeyip çok yorgan paralar.

Bilgisi, ilmi yeterli olanlar kolay kolay hata yapmazlar. Örneğin, “Ölmeden evvel ölün” hadisinin intihar edip hayata son vermek anlamında değil, çirkin huylardan kurtulup Allah boyası ile boyanmak ve böylece fenâdan bekâya geçmek olduğunu anlarlar. Bu anlayışa ancak ilimle ulaşılabilir. Bunun için de kimsenin gönlünü kırmamak esastır, çünkü bilenler, kırılan gönlün Allah’ın gönlü olduğunu idrak etmişlerdir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İlmin Faydaları, s. 213





Kolaylaştırın Zorlaştırmayın

25 01 2018

“İlmin sonu yoktur. Kur’an’daki “Asr için, insan muhakkak hüsrandadır” <103-1,2> ayetlerindeki asır, ister yüz yıl, ister ân olarak kabul edilsin, aynı kapıya çıkar. Zaten surenin devamında da “Ta ki, iman edip salih amel işlerler, Hakk’ı ve sabrı tavsiye ederler” <103-3> denmektedir. Buradaki sabırda çok iş vardır. Çünkü o sabır, baklenenin mutlaka gerçekleşeceğinin müjdecisidir.

Nasıl hiçbir çiçek vakti gelmeden açmazsa, o sabırla da insan mutlaka zamanı gelince kemâle erecek yahut kaynaktan çıkan su tekrar denize kavuşacaktır. Burada insanın aklına “Kaynaktan çıkan suyu çöl yutarsa ne olacaktır” sorusu gelir. Bunun cevabı “Çölün yuttuğu su da çölün derinliklerindeki kaynağa ulaşacaktır” diye verilir. Biz o suyun derinliğinin ne kadar olduğunu bilemeyiz ama günü geldiğinde, o derindeki sular da artezyen olarak çıkar ve yine denize ulaşır. Bunun bir de kısa yolu vardır ki, o da çöldeki suyun buharlaşıp yağmur olarak denize ulaşmasıdır.

Biz zamana bağlı olduğumuz için o suların denize ulaşamayacağını düşünürüz. Ama Allah ânda olduğundan ve O’nun bir günü bizim sınırsız senemize karşılık geldiğinden, bizim kayboldu dediğimiz o su hiçbir zaman kaybolmamıştır.

Hayat engebeli, inişli çıkışlı olduğundan, bu dalgalanmalar arasında sırat-ı müstakîmi bulup o doğru yolda ilerleyebilmek için irfaniyete ihtiyaç vardır. Peygamberimizin kahkahayla gülmemesi ve cenaze karşısında aşırı reaksiyon gösterilmesini istememesi, sırat-ı müstakîmden ayrılınmaması içindir. Bu tavsiyeleriyle bize, hayatın dalgalanmalarından daha az etkilenmemiz gerektiğini öğretmektedir.

İlim sadece fertler için değil, toplumlar için de gereklidir. Millet olarak bizim, yani Türklerin başına ne geldiyse cehaletten gelmiştir. Muasır milletler atomu parçalamakla ve uzaya gitmekle uğraşırken, biz müslüman geçinenler, maalesef, şerafetimizi ve mükerremiyetimizi unutup dinimizin Kur’an’daki “Allah sizin için kolaylık ister ve sizin için zorluk istemez” <2-185> ayetiyle bildirilen “Kolaylaştırın zorlaştırmayın” genel hükmüne rağmen, kraldan fazla kraliyetçilik yaparak saçla, sakalla uğraşır hale geldik. “Zaman size uymazsa siz zamana uyun, çünkü zaman O’dur” denmiştir. Dünya ve ahiret saadeti, anlamadan, taklitle ibadet etmekle değil, kendimizi bilip ilim ve irfan sahibi olmakla gerçekleşir. Allah milletimizi lütf u keremiyle hurafe, taklit inanış ve amellerden halâs edip akl-ı selim, kalb-i selim sahibi, okumuş, hakikati ve insanlığı bilip bulmuş, ilim nuruyla cihanı aydınlatanlardan kılıp “Rabbim dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ve ateş azabından koru” <2-201> ayetine tecelligâh etsin. Amin!…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İnsan İçin İlmin Önemi, s. 212





Rabbim İlmimi ve Anlayışımı Artır

24 01 2018

“Tasavvuf erbabında geriye dönüş yoktur. Çünkü onlar bilirler ki kemâlât-ı ilâhiye daima ileri dönüktür. Bu nedenle de Şah-ı Velâyet “Siz çocuklarınızı geçmiş zamana göre değil, gelecek zamana göre yetiştiriniz” buyurmuştur.

O halde insan, bir şimşek çakımı kadar olan ömründe, içte ve dışta sonu olmayan ilimden kendini kurtaracak, gönlünü feraha erdirecek ve Allah’ı bilecek kadarını almaya çalışmalıdır. Çünkü hazine-i ilahi daima yeniliklerle gelişmekte, açılmakta ve kemâlât-ı ilâhiye hiçbir zaman yerinde saymayıp daima ileri gitmektedir. İşte telefon, radyo derken televizyonların ortaya çıkması, keza balon, uçak derken uzay mekiklerinin bulunması… Bunlar bir asır önce aklın kabul edebileceği şeyler miydi? Allah kullarına akıl verdikçe kim bilir daha neler ortaya çıkacak, daha ne gelişmeler olacaktır? Ama, yine dediğimiz gibi hepsi geliyor, söylüyor ve gidiyor, yani geçici…

Onun için insan, ilimden alabileceği kadarını almalıdır. Gerçek müslümanlık budur ve insan bununla selamete çıkacaktır. Çünkü, ancak ilim sahibi olduğu zaman namazını doğru kılıp sağına, soluna selâm verebilecektir.

Peygamberimiz “İki günü aynı olan insan ziyandadır” buyurmakta ve kendisi için de “Rabbim ilmimi ve anlayışımı artır” diye dua etmektedir. Bunları söyleyişinin nedeni, Allah’a daha yakın olabilmektir. O’nun bu sözlerine karşı bizim de her gün çalışıp bilgimizi artırmamız ve huylarımızı düzeltmeye çalışmamız gerekmez mi?

İlim, kendi kendine öğrenilmez. Onu mutlaka bir bilenin öğretmesi gerekir. Bu nedenledir ki, Şah-ı Velâyet, “Kur’an sâmiddir. Bir şey söylemez. Konuşan, söyleyen Kur’an benim buyurmuş, böylece kendilerinin Kur’an’ın her tarafını kapsadığını ve sonuçta Kur’an’ın sırrının yine insan olduğunu anlatmıştır. Onun için, insan olmazsa Kur’an anlaşılamaz. Onu anlayabilmek için de insanın bilgi sahibi olması icap eder. Kısacası bilgi şarttır ve insan bildi mi kıyameti kopmuş, yani ayağa kalkmış, hayat namazında kıyamda durmuş olur. Bunların ne demek olduğu ileride çok daha geniş olarak izah edilecektir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İnsan İçin İlmin Önemi, s. 211





Ruh Rabbinin Emrindedir

23 01 2018

“Dini ilimler insanın kendini ve nereden gelip nereye gittiğini bilmesi, yani Allah’ı öğrenmesi için gereklidir. Bu dünyaya cahil olarak gelenler hiçbir şey öğrenmeden geldikleri yere dönebilirler ama Allah, gelirken bilmesek bile burada öğrenip öyle gitmemizi istemekte ve bunun için uğraşıp çalışmamızı tavsiye etmektedir. Bu tavsiyeyi ters anlayanlar, işi yatıp kalkmakla yapacaklarını zannedip bedenlerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Allah, böyle yapanlar olacağını bildiğinden “Dini inkâr edenleri gördün mü” <107-1> ve “Vay o yalandan namaz kılanların haline” <107-4> ayetleriyle kullarını uyarmakta ve bize, bu âleme okuyup öğrenmek için geldiğimizi hatırlatmaktadır.

Öyle olmasaydı ilk gelen ayet “Oku” <96-1> olmazdı. Bu emre uymayanlar cahil veya çocuk mesabesinde kalıp olduğu yerde saymaya, başka bir tabirle, maymun gibi taklitçilik yapmaya mahkumdurlar. Böylelerinin safiyeti de yoksa, o zaman, bilmeden taklitçilik yaptıkları için tam maymun sayılırlar. Okunan metinlerin ne demek olduğunu anlamadan tekrarlamak ise papağanlıktır. Bu durumda olanlar için Fuzuli,
        Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olamaz
        Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz
        Eylesen tûtiye talim-i edâ-yı kelimat
        Sözü insan olur amma özü insan olamaz
demektedir. Kulaklarının duymuş olması bile psikolojik bir rahatlık sağladığı için insanda “Kur’an okuyup ferahladım” düşüncesi hâkim olur ama okuduklarını anlayan ve anladıklarının da içinde yaşayanların durumu tamamen farklıdır. Onları bu gruba sokmak mümkün değildir.

Bir insanda Allah bilgisi yoksa, onun ruhu dirilmemiş demektir. Böyle ruhlara “ruh-u hayvanî” denir. Ölümlü ruhlar bunlardır. İnsandaki ruh ise nefha-yı ilâhidir. Bu nefha, Allah’ın Hazret-i Peygamber’e üflediği ruhtur ve diri olan da budur. Peygamber de ahfadına, yani mürşitlere bu ruhtan üflemiştir. Çünkü, Rab üflemese emir zâhir olmaz. İşte “De ki: Ruh rabbinin emrindedir” <17-85> ayetinin anlamı budur.

İlk gelen ayet “Seni halk eden Allah’ın adıyla oku” <96-1> ayetidir. Okuyan, okuduğunu öğrenen ve ilim sahibi olan, ilâhi merdivenin basamaklarını tırmanmaya başlar. Bu konuda birçok hadis vardır.

Allah, Allah’lığını kimseye vermez ama ilâhi ilimleri öğrenmek insan üzerine farzdır. Böyle olduğu da “Hiç bilenle bilmeyen müsavi olur mu” <39-9>, “De ki: Hiç kör ile gören ve karanlık ile aydınlık müsavi olur mu” <13-16> ayetleri ve Peygamberimizin “Kadın olsun erkek olsun ilim öğrenmek farzdır“, “İlim rütbelerin en üstünüdür“, “İki günü bir olan insan ziyandadır“, “İlim Çin’de olsa gidip alınız” hadisleriyle bildirdiğine göre, başka kim ne diyebilir?

Hazret-i Peygamber “Siz beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” buyurmuş ve bu emri verirken kadın, erkek ayrımı yapmadığı gibi “Kadın olsun erkek olsun ilim öğrenmek farzdır” hadisiyle kadınların da eğitilmesi gerektiğini özellikle belirtmiştir. Hal böyleyken, zâhir ulemasının hâlâ kadınları küçümseyip onların öğrenim ve eğitimini engellemeye çalışmalarını anlamak mümkün değildir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, İlâhi Sıfatlar, İlim, İnsan İçin İlmin Önemi, s. 209





Şirk Büyük Bir Zulümdür

22 01 2018

Bir hardal tohumu bile olsa [31:16] ifadesine gelince, kastedilen, herhangi bir kimse için gıda olan şeydir. Bu ifade Kim miskal [zerre] kadar bir iyilik yaparsa onu görür, kim miskal kadar kötülük yaparsa onu görür [99:7] ayetinde geçen ‘miskal’dir. Hardal, beslenen en küçük şeyken hardal tohumu da en küçük gıdadır. Daha küçük bir şey olsaydı, onu söylerdi. Bir ayette Allah sivrisinek veya daha üzerindeki şeylerden örnek vermekten utanmaz [2:26] buyurur.

Sivrisinekten daha büyük şeyler olduğunu bilinince, onun üzerindeki şey [2:26] denilmiştir. Onun üzerinde derken kastedilen, küçüklükte onun üzerinde olan şey demektir. Bu da Allah’ın ifadesidir. Zilal suresindeki miskal de Allah’ın sözüdür, bunu bilmelisin! Allah Teâlâ’nın zerrenin ölçüsünde sınırlı kalmadığını biliyoruz. Ondan daha küçük şeyler vardır; çünkü Allah bunu yalnızca mübalağa niyetiyle zikretmiştir. Allah en iyisini bilir!

Lokman’ın oğlunun adını küçültmesine gelince ismin küçültülmesi [oğulcuğum] merhameti bildirir. Bu nedenle yerine getirdiğinde mutluluk elde edeceği şeyleri oğluna tavsiye etmiştir.

Oğluna, Sakın Allah’a şirk koşma, şirk büyük bir zulümdür [31:13] diye tavsiyede bulunmasının hikmetine gelince, zulmedilen, makamdır; çünkü Hak onu bölünmeyle nitelemiştir. O tek hakikattir. O’na ancak aynısı şirk koşabilir ki, bu bilgisizliğin son noktasıdır. Bunun sebebi şudur: Kendiliğinde gerçeği bilmeyen veya tek bir hakikat farklı suretlere girdiğinde o şeyin hakikati hakkında bilgisi olmayıp bu farklılığın tek hakikatte gerçekleştiğini bilmeyen kimse, sureti o makamda diğerine ortak koşar. Böylece her suret için o makamdan bir parça sayar. Bir ortağa ortaklığın gerçekleştiği şeyden ayrılan pay, ortak olan diğer şeyin aynı olmadığı malumdur; çünkü o pay, diğerine aittir.

O halde, gerçekte ortak yoktur; çünkü [ortaklardan] her birisi, aralarında ortaklık olduğu söylenen şeyden kendi payına sahiptir. Bu sebebi ise yaygın ortaklıktır. Yaygınlık olsa bile, onlardan birisinin tasarruf etmesi, yaygınlığı ortadan kaldırır. İster Allah ister Rahman deyin [17:110].

Meselenin özü budur…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, XXIII. Lokman Kelimesinde İhsan Hikmeti, Konuşarak ve Susarak Anlatılan Hikmet, s. 209
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları