Allah’ın İsimleri

31 01 2017

31-allahin-isimleri

“Yaratılış başlayınca, insanların ihtiyaçları için Allah’tan zuhurat bulan enerjilere Allah’ın özel isimleri deniliyor. Bu isimler Esmâü’l Hüsnâ olmaktadır. İdrakli akıl ise insan yaratılıp Dünya’ya indikten sonra, insanda açığa çıkmıştır. Evet, Allah zâti sıfatları ve de sübûti sıfatlarıyla kayim olduğundan, varlığının sırrında erkeklik dişilik mevcut olduğu için, yaratılış emirsiz olarak, kendiliğinden başlamıştır. Onun kendi varlığının sırrında olan erkeklik dişilik sayesinde, etki tepki, sebep sonuç ilişkileri yaratılışı başlatmıştır. Ben de onun için diyorum ki, yaratılış sırrını bilmeyenler, ne varlığımız olan Allah’ı ne de onun kanunlarını bilemezler…

Allah’tan yaratılış başladıktan sonra, onun sırrında olan erkeklik ve dişilik açığa çıkınca, insan suretinde Ruhu’l Kudüs olarak açığa çıkmıştır. Bu insan suretinde açığa çıkan Ruhu’l Kudüs’ün temel ihtiyaçlarına yönelik, lazım olan enerji çeşitleri, Allah’tan tulû etmiştir. Bu enerjiler, evrensel oluşumda, elementler olarak anılmaktadır. Ama dinsel bilimde, Esmâü’l Hüsnâ isimleridir. İdrakli akıl ise bu isimlerden tulû eden enerjiler sayesinde yaratılışını tamamlayarak Dünya’da zuhurat bulan insanda gelişmiştir…

Akıl ve aklın şubelerinin ancak insanda geliştiğini anlamamız gerekir. İşte onun için, insan bu kadar canlı içerisinde, hem Allah’ını arayan bir varlık olup, hem de tüm canlılar üstüne hakimiyet kurmuştur. Bu da onun idrakli akla sahip olmasından ileri gelmektedir. Bu idrakli aklın, bu kadar canlı içerisinde yalnız insanda gelişmesi ise, onun, Allah’ın sekiz sübûti sıfatıyla donatılarak zuhurat bulmasından ileri gelmektedir. Demek ki, bu sübûti sıfatlar yaratılış sonrası nerede vücut bulmuş oluyorsa, idrakli akıl orada gelişmiş oluyor. Bunun da insanda olduğu açıkça görülmektedir. Diğer canlılarda da bu sıfatlardan, hayat gibi, görme, işitme gibi benzeri sıfatlar olsa da, o canlılar ve maddenin tümü insanların yapı taşlarıdır. Ne enteresan konu ki insanlar, atomların sırrında şifreli olarak hem maddenin, hem de canlıların yapı taşları olmuş oluyor. Sonuçta madde ve canlılar, insanların yapı taşı olmuş oluyor.

Burada bir şey de belirtmek isterim ki, insanlar Allah’ın sıfatlarıyla donatıldığı için onlar bireysel ruha sahiplerdir. İnsanın dışındaki tüm canlılar ve de bu evren, sıfatların tümüne sahip olmadıklarından, insan bedeni de dahil, Allah’ın hayat sıfatıyla hayatlarını sürdürmektedirler. İşte burada insanın şansı, kendi sırrında bireysel ruhunun olmasından ileri gelmektedir…”

Alıntı: Muhittin Gür, Sohbetler, Allah





Allah’ın Sıfatları

30 01 2017

30-allahin-sifatlari

“Allah, Kur’an-ı Kerim’de, kendi zâti nitelikleri olan varlığını şu şekilde tarif etmiştir: Hayatın kendisi olduğunu, ilmin, işitmenin, görmenin, iradenin, kudretin, kelamın ve de yaratıcının kendisi olduğunu söylemiştir. Yani Allah, Kur’an’da kendisinin sekiz sübûti sıfatının olduğunu mükerrer olarak defalarca ifade etmiştir. İşte Allah, kendi varlığını tarif ederken, hayat, ilim, işitme, görme, irade, kudret, kelam ve de tekvin demiştir. Bu sekiz sübûti sıfat Allah varlığının kendi zâtını teşkil etmektedir.

Ayrıca, bu zâti varlığın altı tane kendi özelliği olan zâti sıfatı da vardır ki, sırasıyla yazmak gerekirse, yukarıda tarif ettiğimiz Allah’ın sübûti sıfatlarının; ezelî olmaları, yani yaratılmışlıklarının söz konusu olmaması; ebedî var olmaları, yani son bulmamaları; kâinatı kuşatmış olmaları; hiçbir şeye ihtiyaçlarının olmaması; tüm havadislerin menşei olmaları; kendi varlıklarının kendi vücudu olduğudur. İşte saydığım bu altı sıfat, yukarıda tarif ettiğim sübûti sıfatların temel özellikleridir.

Bu sübûti sıfatlar, Allah varlığının kendi zâtını teşkil ederken, yukarıda isimlerini yazdığımız altı zâti sıfat da sübûti sıfatların temel özellikleridir. Geçmişte çok dinledik, belki bugün de savunan vardır, Allah’ın zâti sıfatlarının, sübûti sıfatlarından üstün olduklarını söylerlerdi. Halbuki şimdi biliyoruz ki, zâti sıfatlar, sübûti sıfatların temel özellikleridir.

Kâinatı kuşatmış olan Allah’ın sübûti sıfatları, yaratılmayıp kendiliklerinden vardırlar. Yaratılmadıkları için onlara ezelî diyoruz. Hiç yok olmayacakları için ebedî diyoruz. Var oldukları için kendi varlıklarına, Vâcib-ül Vücûd diyoruz. Evrensel olgular bunlardan zuhurat bulduğu için her havadisin sahibi diyoruz. Her şey onların varlığından tulû ettiği için hiçbir şeye ihtiyaçlarının olmadıklarını söylüyoruz. Kâinatta ve evrenin her zerresinde var oldukları için her şeyi kuşatan diyoruz. İşte Allah budur. Sekiz sübûti sıfat onun zâtını teşkil etmektedir. Allah deyince aklımıza gelen, bunlar olmalıdır…”

Alıntı: Muhittin Gür, Sohbetler, Allah





Halk

29 01 2017

29-halk

“Görünecek olanların bulunduğu mertebedir, ama o görünecek olanlardan işleyen yine görünmeyecektir. Tıpkı Peygamberde Hakk’ın görünmeyişi gibi…

Her şey “Biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz” <2-156> hükmünce dönüp dolaşıp aslına kavuşacağı için, halk olarak görünen de yine alâ-meratibihim kendine rücu edecektir (geri dönecektir)… Şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz ki Allah verdikçe insan bu mertebeleri kendinde bulmaya başlar ve Hakkiyeti bulduğunda “Enel Hakk” der. Bu söz söylendiğinde görünen halk bile olsa, bu sözü onda söyleyen, ondaki görünmeyendir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu mertebe ve buna ait halkıyet âlemindeki yaratılışın ayan-ı sabitede olmasıdır. Dolayısıyla, halk edilenler, henüz mim alarak mahluk haline intikal etmemiştir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Allah, İlâhi Mertebeler, s. 39





Rab ve Hakk

28 01 2017

28-rab-ve-hakk

“Rab, her zerrede mürebbilik sıfatıyla meydana çıktığı mertebedir.

Hakk ise, bir iken tüm hayallerde kuve (kuvvetler) halinde, esma tahtında (değişik isimlerde) göründüğü ve hepsini kendinde topladığı, “insan-ı kâmil” (Âdem-i mânâ) mertebesidir. Bu mertebe kökleri yukarıda, dalları aşağıda olan ve “Tûba ağacı” diye adlandırılan mertebedir. Allah bu mertebede ikinci mim’i de almış ve yarattığı bu mertebede kendine Peygamber demiştir. Bu mertebede tüm kâinatı kapsadığı için “Bir kabirden binbir adlı Mehmet çıkacak” denmiş ve çıkan Mehmet’ler halk mertebesinde görünür hale gelmiştir.

Burası, Ahmed’ken nur-u Muhammedî olarak kâinata yansıttıklarını, tekrar kendinde topladığı mertebedir ve hareket makamıdır. Buraya kadarki mertebelerin tümü manevi mertebelerdir ve gözle görülmez. Çünkü, bu mertebelerde henüz maddesel hiçbir şey yoktur.

Bu mertebenin uructaki karşılığı Cem mertebesidir. Cem mertebesinde maddi, manevi her şeyi kendinde toplayan Allah’tır. Meydana çıktığı anda adı Hakk olur. Meydana çıkış, zuhura delalet eder. Gaipte olana Allah, O’nun zuhurunaysa Hakk denir. Onun için Hakk Tealâ zuhurdadır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Allah, İlâhi Mertebeler, s. 38





Allah

27 01 2017

27-allah

“Tüm esma ve sıfatı, yani iyisiyle kötüsüyle her şeyi kendinde topladığı mertebedir. Burada Hakk da vardır, batıl da… Fakat “Hakk geldi, batıl yok oldu” hükmü gereğince hak ortaya çıktığı anda batıl yok olur. Bunun anlamı, iyi düşünceler çıktığında kötü düşüncelerin kaybolmasıdır.

Allah mertebesi, O’nun “ene” dediği yerdir. Burada da kendinden başka bir şey yoktur. Ancak, bu mertebede kendine kendinden bir ayna yaratmış ve aynadaki görüntüsüne “Ahmed” adını vermiştir. Yani, Ahad’ken bir mim alıp, Ahmed olmuştur. Daha sonra da kendini nur-u Muhammedî olarak kâinata yansıtmıştır. Nurun yansımasıyla akl-ı küll olan Âdem’le, onun aynası, yahut nefs-i küll olan Havva’nın meydana çıkmasını sağlamıştır. Bu mertebe sükûn makamıdır.

Bu mertebeye “ahadiyet-ül ayn” veya “taayyün-ü evvel” isimleri de verilir. Uructaki karşılığı ise “makam-ı mahmud”dur ve Zât iken Ahad olan Allah’ın, bir mertebe inmekle Ahad ve Vahid diye kendi içinde kendine yansımasıyla, kendine kendinden bir ayna yarattığı mertebedir. Burada Ahad da birdir, Vahid de birdir. Ahad zâtıdır, yani güneştir. Vahid ise, tek olan o güneşin huzmelerinin tek çıkış merkezidir. Huzmelerin her biri, o kaynaktan çıktıktan sonra ayrı bir parmak izine sahip olacaktır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Allah, İlâhi Mertebeler, s. 36





Hüve (Hû)

26 01 2017

26-huve-hu

“O’nun görünmeyen âlemdeki durumudur. Bu mertebe gayb âleminin malıdır. Kendini göreceği aynayı yaratmadığı mertebe olduğu için, burada kendini kendinden başka bilen yoktur. Mevlid’de “Cümle âlem yok iken ol var idi” cümlesiyle kastedilen nokta burasıdır. Burası “Allah’ı Allah’tan başka bilen olmayan” ve tasavvufta karşılığı bulunmayan, yegane mertebedir. Diğer tüm mertebelerin birer karşılığı vardır. Örneğin, Allah’ın karşısında kul, Ahad’ın karşısında Vahid, Rab’ın karşısında merbub, Hakk’ın karşısında halk olması gibi… Böyle olduğu için tasavvufta bir rakamı adetten sayılmaz ve tek saylar üçten başlar. Burası O’nun bisükûn olduğu mertebedir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Allah, İlâhi Mertebeler, s. 36





İlâhi Metebeler

25 01 2017

25-ilahi-mertebeler

“Allah’ın gayb âlemindeki varlığını şühûd âlemi dediğimiz görünür âleme yansıtması bir ânda, fakat etap etap gerçekleşmiştir… İnsanın, hayale vüvut vermeksizin, vücudun Allah’ın olduğunu kavrayabilmesi için bazı mertebeleri bilmesi ve anlaması şartttır. Bunlar; Hüve, Allah, Rab, Hakk ve Halk mertebeleridir. Bunların tümü aynı, tek varlığın değişik mertebelerde aldığı isimlerdir. Bu mertebeleri kavrayıp, yerine oturtmadan Allah’ı öğrenmek mümkün değildir.

Mertebeleri anlayabilmek için bir tarafından çıkılıp, diğer tarafından inilen bir duvarcı merdivenini veya bir piramidi göz önüne getirmek gerekir. Yaratılış denen olay bu merdivenin zrivesinden en alt basamağına inmek (nüzul), geri dönüş ise, en alt basamağından zirveye tırmanmak (uruc) tır. Merdivenin basamakları mertebeleri, bu basamaklardaki panorama ise âlemleri sembolize eder.

Çekirdek, çekirdek halindeyken içindeki ağaç görünmez. Ağaç meydana çıktığında, o çekirdeğin içinde ağaca ait her şeyin bulunduğu anlaşılır, ama bu kez de çekirdek görünmez olur. Çekirdeğin tekrar oluşabilmesi için ağacın gelişip, meyve vermesi ve o meyvenin olgunlaşması icap eder.

Meydana çıkış kulluk mertebesidir. Çekirdek halindeyken kulluk yoktur. O mertebede, yani ahadiyette sadece Allah vardır. Buraya tenzih (görünmezlik) âlemi denir. Çekirdekten ağacın çıkması teşbih (görünürlük) âlemine geçmek demektir. Bundan sonraki görünenlere, yani ağaç, dal, yaprak, çiçek gibi bölümlere çekridek denemez. Bunlar için ancak “Hepsi çekirdekten çıkmıştır, yani tenzihten yaratılmıştır” denebilir. İşte, Allah’ın kâinatı yaratışı, kâinatın Allah’tan çıkışı da böyledir. Böyle olduğu için de Allah tenzihte, kâinat ise teşbihtedir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Allah, İlâhi Mertebeler, s. 34

 

 

 





İlâhi İkramlar

24 01 2017

24-ikramlar

“İlahi isimlerden kaynaklanan ikramlara gelince, bilmelisin ki, Allah’ın yaratıklarına ikramı, onlara bir rahmettir. Bütün ikramlar isimlerden kaynaklanır. Bu rahmet ya saf rahmettir veya karışık rahmettir. Saf rahmete örnek olarak, dünyada haz veren ve Kıyamet Günü saf olacak temiz rızıkları verebiliriz. Bu kısımdaki rahmeti er-Rahman ismi verir. Dolayısıyla o, Rahman isminden kaynaklanan bir ikramdır. İkinci kısma örnek olarak, içildikten sonra şifa veren acı ilacın içimini verebiliriz. O da ilahi bir ikramdır; çünkü ilahi ikram sözü, [ilahi] isimlerin perdelerinden bir perdenin aracılığı olmadan kullanılabilecek bir ifade değildir.

Allah bazen kula er-Rahman ismi vasıtasıyla verir. Bu durumda verilen şey, o esnada doğaya yatkın olmayan veya maksada ulaştırmayan vb şeylerle karışmış olmaktan uzaktır. Bazen Allah, el-Vasi [Genişleten] eliyle verir ve genelleştirir. Bazen el-Hâkim ismiyle verir. Bu durumda, o vakte en uygun olanı dikkate alır. Bazen el-Vehhab eliyle verir. Bu durumda Allah, nimetlendirmek için verir. el-Vahib ismi söz konusu olduğunda, bu vermenin karşılığında verilende şükür veya amel gibi bir bedeli gerektiren yükümlülük yoktur. Bazen, el-Cabbar ismiyle verir ve mertebeye ve onun hak ettiği şeye bakar. Bazen el-Gaffar isminin eliyle verir ve [ikramın verildiği] yere ve yerin bulunduğu duruma bakar. İkramın ulaştığı yer [ya da kişi], cezalandırmayı hak edecek durumda ise onu cezalandırmaya karşı örter; cezalandırmayı hak edecek bir durumda değilse, cezalandırmayı hak edecek bir hale düşmesin diye örter. İkinci durumda kişi korunmuş, itina gösterilmiş, sakınılmış vb isimlerle isimlendirilir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, II. Fas Şit Kelimesinde Hibe Hikmeti, İsimlerden Kaynaklanan İkramlar, s. 50
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları

 





İlâhi Tecelli

23 01 2017

23-ilahi-tecelli

“Sonra vergilere dönüp deriz ki: Vergiler ya zata veya isimlere nispet edilir. Zattan kaynaklanan ihsan, hibe ve vergiler ancak ilahi bir tecelliden meydana gelebilir. Zattan olan tecelli ise ancak tecelli edilenin yeteneğine göre olabilir. Bundan başka bir şeyin olması mümkün değildir. O halde tecelli edilen şey, yalnızca kendi suretini Hakkın aynasında görmüştür, yoksa Hakkı görmemiştir. Zaten suretini ancak kendisinde gördüğünü bildiği durumda, Hakkı görmesi mümkün değildir. Bu durumda Hak, gören kişi için bir ayna gibidir. Kişi sureti aynada görünce, suretleri veya kendi suretini ancak onda gördüğünü bildiği halde aynayı göremez.

Allah bu ayna örneğini zat tecellisi için bir misal olarak ortaya koymuştur. Böylece tecelli edilen, Hakkı görmediğini bilir. Görme ve tecelliye bundan daha yakın ve benzer bir örnek yoktur. Aynada bir sureti gördüğünde, aynanın cismini de görmeyi bir dene! Kesinlikle göremezsin. Hatta aynalardaki görüntülerde durumun böyle olduğunu algılayan bazı insanlar, görülen suretin görenin gözü ile ayna arasında [perde] olduğu fikrine varmıştır [Bu nedenle aynanın görülmesi mümkün olmaz].

Tecelli ve görme hakkındaki bu bilgi, bilinebilecek en yüce bilgidir. Durum söylediğimiz gibi ve bizim düşündüğümüz gibidir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, II. Fas Şit Kelimesinde Hibe Hikmeti, Hakkın İhsanları, s. 48
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları





Kader Sırrı

22 01 2017

22-kader-sirri

“Allah ehli içinde bu sınıftan daha üstün ve daha açık keşif sahibi hiçbir sınıf yoktur. Onlar, kader sırrını öğrenen kimselerdir.

Onlar da iki sınıftır: Bir kısmı, kaderi kabaca ve özet olarak bilir. Bir kısmı ise ayrıntılı olarak bilir. Ayrıntılı olarak bilenler, kabaca ve özet olarak bilenlerden daha tam ve üstündür. Çünkü kaderi tafsilatla bilen kişi Allah’ın bilgisinde kendisi hakkında [belirlenmiş] şeyi ya Allah’ın bildirmesiyle veya ayan-ı sâbitesini ona göstermesiyle öğrenmiştir. Allah kulun hakikatinin verdiği bilgiyi kula bildirmiş veya sabit hakikatini ve sonsuz hallerin o hakikat üzerinde değişmesini kula göstermiştir. Bu bilme, [özet bilmeden] daha üstündür; çünkü bu durumda kişinin bilgisi, Allah’ın onu bilmesi gibidir; çünkü bu bilgi aynı kaynaktan [Allah’ın bilgisinde sabit hakikatten] alınmıştır. Şu var ki, kul bakımından bu durum, kendisi hakkında takdir edilmiş bir inayettir. Bu inayet de kişinin sabit hakikatinin halleri arasındadır. Keşif sahibi, Allah kendisini buna, yani hakikatin hallerine vâkıf kıldığında onu da öğrenir; çünkü Hak, kendisine sabit hakikatin hallerini öğrettiğinde -ki dıştaki varlığı o hakikate göre meydana gelir- kulun gücü, Hakkın yokluk hallerinde bu sabit hakikatleri nasıl bildiğini öğrenmeye yetmez; çünkü söz konusu hakikatler, suretleri olmayan niteliklerdir…”

Alıntı: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, II. Fas Şit Kelimesinde Hibe Hikmeti, Kader Sırrını Bilenler, s. 47
Çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları