İnsanın Yüceliği

30 04 2018

“Ey insan ! Sana bir şey diyeyim de iyi dinle. Diyeceğim bu söz, insanın yüceliği ile ilgili bir açıklama olacaktır. Şöyle ki hepimiz insanın yüce olduğunu elbette biliyoruz. Yalnız, nelere kadir olduğunu henüz bilmiş değiliz. İnsanın bu yaratılış âlemindeki yerinin neden tüm diğer yaratılışlardan üstün olduğunun sırrını söylemek istiyorum. Ayrıca, bu üstünlüğüne erişebilmenin sırrını bilimsel ve mânâ ilmi olarak açmaya çalışacağım.

Bu kâinatta yaratılan ve yaratan diye iki olguya değinmiştik. Yaratan’ın Allah, yaratılanın ise madde ve enerji olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte konu da, buradaki bugünkü bilgilerimize göre insan da bu yaratılışa tabi olduğu halde diğer yaratılışlardan neden üstün olmaktadır? Bu gerçeği bilmeden ne Allah, yani yaratan, ne yaratılış, ne bu yaratılıştaki insanın yeri, ne de bilim hiçbir zaman çözülmüş olmayacaktır.

Ey İnsan! Sonsuza kadar incelesen, göreceksin ki bu kâinata sekiz şey hakim. Bir dokuzuncuyu bulma imkanın olmayacaktır. Bu sekiz olgu hiçbir zaman yaratılmış olmayıp tabii ki yokluğu da mümkün olmayacaktır. Ey İnsan! Belki bu kâinatta bu sekiz olgudan başka bir tertip bulabileceksin. Bil ki bu tertip ezelî ve ebedî olmayıp, ezelî ve ebedî varlığın kendi zâtı sırrında gizli olan “akıl, idrak ve şuur”dur. Gerçeğe nazar ettiğin zaman hemen anlayacaksın ki, bu üçlü tertip ezelî ve ebedî olan ismini şimdi söylediğimiz sekiz sübutî sıfatın kendi cemaline olan muhabbeti neticesidir ki, hem evrenler zuhur olmuş hem de bu üçlü tertip dediğimiz “akıl, idrak ve şuur” yaratılmıştır, veyahut zuhur bulmuştur. Zaten Allah’ı da veyahut insanı da, veyahut evrenleri de, veyahut subuti sıfatları da bilen “akıl, idrak, şuur” olacaktır. Zaten bu kâinata hakim olan sekiz sübutî sıfat, kendisinde tüm nitelikler mevcut olmakla beraber kâinata hakimiyetini sürdürmesi kendi şanına zâtın nurundan tulû ettirmiş olduğu “akıl, idrak, ve şuur” iledir.

Ey İnsan! Yukarıda kâinata hâkim dediğimiz sekiz ögenin isimleri şunlardır: 1-Hayat, yâni dirilik 2-İlim 3-İşitmek 4-Görmek 5-İrade 6-Kudret 7-Kelâm 8-Yaratma. Evet, dün de, bugün de, yarın da bu kainata hakim olan hayattır, bilmektir, işitmektir, görmektir, dilemektir, yapmaktır, konuşmaktır ve de yaratıcılıktır. İşte, saydığım bu sekiz olgu kâinatta kendi saltanatlarını kendileri için zâtın nurundan yaratılmış olan “akıl, idrak ve şuur” ile sürdürmektedirler. “Varlık” dediğimiz Allah da, bu sekiz sübutî sıfat ile bizlerde tulû etmektadir. Yani, insanda mevcudiyetini göstermektedir. “Akıl, idrak, şuur” ile de hem varlığı, hem varlığın bu niteliklerini, hem de Âdemiyeti’ni bilmektedir.

Ey İnsan! “Akıl, idrak, şuur”, bu kâinatta var olan sekiz sübutî sıfatın zahire zuhur ederken en ulvî nitelikleridir. İşte insanın ulviyeti, yaratılıştaki diğer canlılardan ayrılığı bu sekiz sıfatın insanda cem olması, “akıl, idrak, şuur”un da bu sekiz sıfattan dolayı insana ram olmasındandır. Diğer tüm yaratılış ise, galaksiler, yıldızlar, ayrıca gezegenler ve bunların menşei olan toprak, su, hava ve ateş hem sekiz sübutî sıfata hem de “akıl, idrak, şuur”a gemi vazifesi görmüş olup, yani bir vesait gibi zaman döngüsünde varlığın kendisi olan bu niteliklere hem mirat olmuşlardır hem de cennet olmuşlardır. Göz ola da göre, akıl ola da anlaya, ilim ola da bile, insan ola da yaşaya … O zaman, cennet de, cehennem de anlaşılmış olacaktır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 24 Aralık 1985





Cehalet, Bilgisizlik

29 04 2018

“Ey İnsan! Sen, senin gönül tahtına konuk olan Sultan’a kul olmaya bak ki sana Burak göndere de, seni göklerin melekûtuna davet edip seni aşıklık menzilinden maşukluk menziline yücelte ve de kendi sultanlığına kral yapa ki, Hz. İsa’nın dediği gibi göklerin krallığında senin de bir yerin olabile. Allah, tüm insanları kendi cemalini görmeye davet ediyor, ey insanlar, “Hepinizin geleceği yer, sonunda benim” diyor.

Yalnız burada bir incelik var ki, sen ne bildin, ne gördün, ne gibi arif ve kâmil oldunsa, orada öyle yaşama hakkın var. Bu sözü dememdeki maksat, bugün bir çok kişiler Allah’ın rahmet edici olduğunu söylüyorlar ki doğru ve de “Yarın herkes, bir zaman ölçüsünde ateşten kurtulacaklar” demekteler, belki de olabilir. Ama burada bilgi güneşi seni aydınlatmadıysa ateşten kurtulsan ne yazar. Bu sefer de bilgisizlik ateşine düşersin. Bu ateş belki seni yakmaz, yakmaz ama, sen de bilmediğinden yaşayamazsın. Bu da bir azaptır. Cahiller bu sırrı anlayamadığından peşin peşin insana kurtuluş vadederler.

Evet, biz de sana kurtulamazsın demiyoruz. Yaşayamazsın, diyoruz. İnsan sarayda rahattır, hayvan da ağılda rahattır. Akılla ölçülünce bu sırrın değeri aşikar olarak görülmüyor. Onun için sen, Allah’ın sözünü bırakıp da özü ve sözü birbirini tutmayan sözlerine rağbet edip de kendi saltanatını bilgisizlik ateşine sokma. Çünkü, en büyük cehennem cehalettir, bilgisizliktir. Dünyada da bilgide gelişmiş devletler, refah içerisinde yaşamaktalar, bilgi yoksunu içinde yaşayanlar ise bunun ızdırabını yaşamaktadırlar…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 23 Aralık 1985





Suç ve Hata

28 04 2018

“Ey insan! Sen istesen de ne suçtan ne de hatadan kaçamazsın. Suç ve hata beşeriyet içindir. Bu suçu ve hatayı tüm beşeriyet işlerken sen de bedeni beşeriyetinle aynı kategoriye girmektesin. Elbette ki suç da işlersin, hata da işlersin. Ama bunu demekle, sana farzdır demiyorum. İnsanın geçimi söz konusu olduğu için bir yerde bu hatalar olacaktır. Yalnız çok iyi anla ki, aynı cins hayvanlar kendi âlemlerinde yaşarken birbirlerine insanın kendine verdikleri zararı vermiyorlar. Hayvanlar âleminde, türler, cinsler değişince birbirlerini helak edebiliyorlar.

Ey İnsan! Aynı tür ve aynı cinstensin. Nedendir bilmem ki her hareketin, kendi yaşamın için diğerini sömürmek ve helake zorlamaktır. Nice benzeri olayları da yapmaktasın. İşte konu burada ki, beşer olduğun için suç ve hata işleyebilirsin. Senin aklın olduğundan, bu hatanı ve suçunu sakın günaha çevirme. Yani, hatanı devam ettirip kurnazlıkla kendi faydan için başkalarına zarar verme. Kur’an-ı Kerim’de suçun ve hatanın bağışlanacağı ancak zalimlere, zulmedenlere acı azabın olduğu bildirilmektedir. Bu cezanın da yine kendi zalimliklerinin karşıtı olduğu söylenmektedir. Hiç unutma, suç ve hata beşeriyete ait olup tüm canlılarda mevcuttur. İnsanın aklı olduğundan suçun ve hatanın devamı sonuçta zalimlik olup günaha çevrilmektedir ve günahın da cezası mutlaka çekilecektir. “Kim ne ekerse onu biçer” esprisinin konusu gibi…

Ey İnsan! Bizim sorunlarımız, kendimizi ve geleceğimizi güzel yaşamaya hazırlamak iken, neden bugün kendi nefsini tatmin için, şu şeyhtir, şu mürşittir, şu iyidir, şu kötüdür, geçmiş laf, gelecek laf gibi, eski, yeni gibi birtakım oyalayıcı şeyler ile uğraş verirsin. Sorarım sana, sen bir rençbersin, tohumun senin ettiklerin, hasadın da ettiklerinin sonucudur. Ne ettinse onu yaşayacağını hiçbir zaman unutma. Bugün yükseklik taslaman sana yarın bir fayda vermez. Sen kendi nezninde tevazuya girmeye bak. Kendi tenini kendi canına, kendi canını kendi cananına, kendi cananını kendi varlığına, kendi varlığını Allah’a ulaştır. O Allah, belki senin gönlüne konuk olur da Cemalullah ile seni terbiye etme fırsatını Allah’a vermiş olursun. Yoksa, başkalarının iyilikleri kendilerinin iyilikleridir, başkalarının kötülükleri de kendilerinin kötülükleridir. Onlar kendi menzillerinde Allah’a ulaşabildiler ise kendi yaşamlarında mutlulardır. Sana dönemezler. Yok Allah’a ulaşamadılarsa, kendi dertlerinde uğraş vermektedirler. Onun için sana yine dönemezler. Sen aklını başına topla da sana başkasının dönmesini, sana başkasının bir şey vermesini, seni başkasının kurtarabileceğini hiç bekleme. Sen, sana dönsene. Allah, sende olduğunu sana dedi ya, kâmil kişiler de öyle diyorlar ya, Allah bir yerde güçlü, bir yerde güçsüz değildir. Sen, utanmazmısın ki sende Allah var iken, sendeki Allah’ı nefsi bilgisizliğinle başka beşer bir kişiye taptırasın. Veyahut da başka birinin nefsi arzularını tatmin için onun her dediğine amin diyesin. De, de ama doğru sözüne de. “Nedir doğru söz?” diye sorar isen, ölçüsü semavî kitaplarda vardır…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 23 Aralık 1985





İnsanlık

27 04 2018

“Allah zaten akıl sahiplerine hitap etmektedir. Aklı olan da kurtuluş ipini kesmez. Aklı olmayanı Allah muhatap saymadığı için kitabına inansa ne, inanmasa ne yazar? Cefadan da, sefadan da “aklın” sorumlu olduğunu yine akıl sahipleri anlayabilir. Sana bir tenbihim daha var ki aklını idraka, idrakını şuura ulaştır. Üçüyle birlikte bilimi incele, hiç korkma, bu bilim seni ezeli ve ebedi varolan varlığın “ilim” sıfatına iletecektir ki zaten bu ilim sıfatı her ne kadar varlığın ilim sıfatı olsa bile, sen de “varlık”la özdeşmiş olduğun için sende de ilim sıfatı mevcuttur. Demek ki senin aklın seni, senin idrakına götürecek, kendilerinden bir şuur tulû ettirip “akıllı, idrakli, şuurlu” bir bilim meydana getireceksin ki, zuhura çıkan bu bilimin sırrına nazar ettiğin zaman sendeki ilim sıfatının mahsulü olduğunu göreceksin. Yani, senin ilminin zahire yansımış şekilleri olduğunun idrakine varacaksın. Böylece bir ilim sıfatının nelerle bilindiği ortaya çıkmış oldu ama şu da var ki, “akıl, idrak, şuur” her ne kadar bilim yoluyla insanı “ilme” götürmekteyse de, insanda ulvî yeri olan bu üçlü komutanın insanın diğer tüm ihtiyaçlarına da aynı niteliklerde cevap vermektedir.

Ey İnsan! Sakın büyüklenme ve de hiç küçülme. Her zaman, bildiğine âlim, bilmediğine de talip ol. Yerinde sen de mürşit ve mürit olabilirsin. Bilgi hiç kimsenin malı değildir. Kim say ederse, onun malıdır.

Ey İnsan! Belki de sizlerden birşeyler istemek için bu konulara giriyorum. Evet, hepinizden istediğim bir şey var. İstediğim  şudur ki, sizlerin hepinize hayat verecek muhabbete ulaşmanızdır. Ulaşmış olduğunuz o muhabbet, sizleri sevgiye iletecektir. Sevgi de sizleri aşkta eritecektir. Çünkü aşk, maşuktan başka herşeyi yakar, yıkar, yok eder. Hepinize ve hepinizin nefslerine hitap ediyorum. Bu yolda başarılı olmak istiyor isek muhakkak ilm-i ledün geleneklerini işlememiz lazımdır. İşlemeden sakın bir şey umma. İlm-i ledün geleneklerini hiçbir şeye şartlamıyorum. Biliyorsunuz, her şeyden üstünü insanlıktır. Yerinde bir kuşun kırık kanadını bağlamak, insanlık geleneğidir. Demek ki insanlık, merhamete bağlanmakta. Merhamet ise Rahman’dan doğar. Rahman’ın açıklanması ise “esirgemek, bağışlamak, korumak”… Demek ki insanlık, “esirgemek, korumak, bağışlamak” imiş.

Ey İnsan! Kendi nefslerine itaat etmek isteyenler tüm zamanlarını boşa harcamaktadırlar. Hatta, gaflette olarak aldanmaktadırlar. Sizlere tavsiyem, her zaman, her anınızı değerlendirin. Tüm bu olguları sizlerden isterken, sizlerin hiç de mum gibi doğru olmanız lazımdır demiyorum. Ben sizlere yalnız, sevgiden ve aşktan yoksun olmayın diyorum. Elbette ki insanda beşeriyet gömleği olan ten kisvesi vardır. Onun için insanın bazı hataları olabilir. Her insanın da zaman içinde bazı problemleri olabilir. Ben diyorum ki, insan, bu problemler karşısında kendisini Hakikat’ten ayırmasın. Her ne kadar hatada olsa bile, yine de gerçekte yaşamanın yollarını arasın. İnsanın yolu, nerede şaşsa kendine yol gösterecek bilgiler semavî kitaplarda vardır. Sen onları ciddi oku. O kitaplar gazaplar, cehennemler, tehditler, nasihatler, vurmak, kırmak gibi bir takım sözcüklerle doludur. Sen bunları tân edeceğine, bu sözcük olan nasihatların hangi kategorisine girdiğine bak. Ve kendine oradan bir yol bul. Diğer sözler diğer insanlara aittir. Bulmuş olduğun bu yolda aşk ve sevgi ile ilerle. Zaten en kestirme yol bu üç boyuttadır: Muhabbet, sevgi ve aşk. Zaman hepimize gösterecektir…”

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 23 Aralık 1985





Semavî Kitaplar

26 04 2018

“Ey İnsan! Söylenmeyen hiçbir kelâm kalmamış. Gerek doğrular, gerek de yanlışlar hepimize söylenmiştir. Onun için sen bundan sonra sana söylenecek doğru bir söz bekleme. Bunu derken, “Hiç doğru söz söylenmeyecek” demiyorum. Elbette ki, “doğru söz” her zaman söylenecektir. Sen gerçek kişiliğini yaşamazsan, söylenecek bu doğru sözleri zaten anlayamazsın. Yok, sen gerçek kişiliğini yaşar isen, “doğru söz” senden tulû eder, doğru söyleyici sen olursun.

Ey İnsan! Sen sanıyormusun ki bu dünya sonsuza kadar böyle gider. Elbette ki, hayır. Sonsuzluk, ezeli ve ebedi varlık olan Yaratıcı’ya aittir. Bu dünya yaratıldığına göre mutlaka bu sistem bir gün bozulacaktır. İşte, semavî kitapların aslının saklı durmasını istememin sebebi budur ki bir gün insanlar kurtuluş arar ise, insanlığın kurtuluşları bu kitaplarda şifreli olarak gizlidir. Dünyanın bozulacağının ispatı Kur’an’da teyid edilmiştir. Allah, “Ben her şeye bir zaman tayin ettim” demektedir. İnsanlığın kurtuluşu ise, yine Allah, “Ben her şeyi hesapla yarattım” diyor. İşte bu hesaplar, semavî kitaplarda şifreli olarak gizlidir. Zamanı gelince, bu hesapla kurtuluşunu bulabilirsin.

Bugünün insanı kurtuluşlarından çok, kendi kendilerini helâk etmeye güçlerini kullanmaktadırlar. Adına da yurt savunması deniliyor. Halbuki hepimiz insanız. Kimi kimden savunuyoruz? Bir gün gelecek ki, doğayla başbaşa kalınca kurtuluşun nerde gizli olduğunu hepimiz anlayacağız. “Ne zaman?” der isen, belki de uzak olmayabilir. On bin, yüz bin, bir milyon, beş milyar sene olabilir, yine de bu zaman uzak değildir. Çünkü sayılı gün bir gün dolacak. Üstünde titizlikle durduğum, insanlığın gerek yaratılması, gerek yaşaması, gerek yaşatması ve gerekse kurtulması, bu kitapların sırrında gizli olduğundandır. Belki de bu sırları anlamayan kişiler, onlara geçmiş zaman kitabı diyebilirler. Desinler… Sen, insanlığa hizmet etmek istiyorsan, bugünün anlayışına göre, bu kitapları insanların kendi dillerine çevir. İnsanlar yüzeysel olarak yaşayışlarını bu çeviri anlamlarında bulabilirler. Ve de çok faydalı olur. Ama, gelecek için bu kitapların asli üslubunu hiç bozma. Aslında bir şey de var ki, bu kitapların asli olan üslubunda, Allah kelâmları direkt olduğu için terennüm ve ilahilerinde yüksek bir olumlu enerji gizlidir. Okuyanlar bunu iyi anlar. Kur’an-ı Kerim’de, Allah “Göklerden size bir ip sarkıttım” demekte. “Allah’ın ipine sarılın” diyor. Bu ifadeyle, insanın göklerde mekan tutabileceğini vurgulayıp “ip” anlamına gelen kurtarıcı ise yine benim dediğim gibi semavî kitapların sırları olmaktadır. Demek ki, insanın yıldızlara gidebileceğini bu “sarkıtılan ip” esprisiyle de anlamış oluyoruz.

İşte sana tenbihim, Allah sözlerine saygılı ol, tefekkür et, mutlaka göklerin anahtarını sırrında bulacağın semavî kitaplara “eski masal” demekten kaçın…”

 

Alıntı: Muhiddin Gür, Tasavvuf Sohbetleri, 23 Aralık 1985





Allah’ın Eli Kullarının Elidir

25 04 2018

“Bu konuların anlaşılabilmesi için insanın mânâsının, yani “Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecek” <99-7> yönünün ağır basması gerekir. Çünkü, Allah hayr-ı mahz (sadece hayır) olduğundan insanın “Şer işlemişse” <99-8> olan dünya tarafının, hayır tarafından hafif gelmesi şarttır.

Burada insanın aklına “O halde şer neden yaratılmıştır” sorusu takılır. Bunun cevabı “Nasıl Allah’ın bilinmesi için kâinat gerekliyse, hayrın bilinmesi için de şer gereklidir” denerek verilebilir. Bu cevaba “Mânânın anlaşılabilmesi için madde, akıl ile canın anlaşılabilmesi için de beden gereklidir” ibaresini eklemek de mümkündür. Çünkü akıl ve can da mânâdır ve mânâ daima maddeye hakimdir.

Bu anlatılanları bir başka anlatımla “Mânâ Allah’ın eli, madde ise hamurudur” diye ifade etmek de mümkündür. Allah “Ben Âdem’in hamurunu kırk gün (kırk sabah) ellerimle yoğurdum” demektedir. Bunu okuyanlar Allah’ın eli var zannediyorlar. Allah’ın eli kullarının elidir. Çünkü böyle olduğunu da yine kendisi “… kulum bana nafilelerle o kadar yaklaşır ki nihayet ben onu severim. Sevince de onun duyan kulağı olurum, o benimle duyar; gören gözü olurum, o benimle görür; eli olurum, o benimle dokunur; ayağı olurum, o benimle yürür; kalbi olurum, o benimle anlar; söyleyen dili olurum, o benimle konuşur…” kutsi hadisiyle en aşağı mertebedeki  kulunu anarak anlatmaktadır.

O halde Allah’ın da gözü, kulağı, ağzı vardır. O da görür, işitir ve konuşur. Eğer öyle olmasaydı, kendinde olmayanı bize nasıl verebilirdi? Kur’an’ın birçok yerinde Allah için “O işitir, görür” <17-1> dendiğine göre demek ki o da duyup görmektedir. O halde bu duyguların aslı onda demektir. Bizdekiler, o aslın suretleriden ibarettir.

Bu durumu anlayabilmek için yine evvelce verdiğimiz periskop örneğini hatırlamamız gerekir. Şöyle ki, persikopun en üst ve alt merceklerinde görüntü aynı anda oluşur. Aradaki diğer mertebelere tekabül eden aynalarda bir görüntü duraksaması olması olanaksızdır. Onun için alttan bakıldığında, kilometrelerce ilerideki gemi bir anda görülüverir.

İnsan, bu gözle kilometrelerce uzaktaki bir objeyi bir anda görürse, ilim gözü, nur gözü veya basiret gözü ile neleri görmez?..”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Ef’al-i İlâhî, Kâinat, Kâinat ve İnsan İlişkileri, s. 328

 





Lîmaallah Sırrı

24 04 2018

“Allah’ın her zerrede bulunması, her zerrede akıl olduğunu göstermez. Diğer hayvanların bazı şeyleri bilebilmeleri de onların akıl mertebesine geldiği anlamında değildir. Onların mertebesi hayvandır. Bir canlı ne zaman akıl mertebesine vasıl olursa, o zaman adına insan denir.

Buraların anlatılması ve anlaşılması zordur. Onun için “Daima yüce bir yardımcı” <48-3> olan Allah, burada hizmetkar olan kullarına nusret (yardım) etmektedir. Allah’ın bu konudaki yardımını temiz iş yapanlarda, gasıp olmayan, yani Allah’ın malına “benim malım” demeyenlerde, var ile yoku ve akıllılıkla deliliği bir tutanlarda görüyoruz.

Buradaki akıllılık ve delilik tabirinden kasıt, akıllılığın Allah’a, deliliğin ise kullara ait olduğunu anlatmaktır. İnsanların deliliğinin en basit misali, Allah’ın varlığına sahip çıkıp o varlığı kendisinin zannetmesidir. Çünkü insanlar, Allah’ın varlık deryasında yüzen balıklar gibidirler. Suyun içindedirler ama suyu görmezler…

Ama bir taraftan da Allah’tan gayrı değildirler. Bu ikinci yön tecelli yönüdür ve adına da “lîmaallah sırrı” denir. Bu sır olan makam da diğerleri, yani hüvallah, maallah, anillah, billâh, fillâh gibi bir mertebedir. Böyle oluş nedeni, Allah’ta maiyyet olmasıdır ve buna kesret denir. Maiyyeti olmasa kesreti (çokluğu) olur muydu?

Lîmallah sırrını daha iyi anlayabilmek için kâinatın da, insanın da trilyonlarca atomdan oluştuğunu düşünmek gerekir. Bu atomlar birleşerek bu iki oluşumu meydana getirmiştir. Bu birleşmeye tevhid, ayrışmaya ise tecrit adı verilir. Ayrışınca ne olur? Görünen kitle kaybolur ama atomlar atom denizine karışır, yani denize dahil olur ve denizle birleşmiş olur ki “lîmaallah sırrı” denen şey budur. Bu sır insan için ahirette meydana gelebileceği gibi bu âlemde de meydana gelebilir. İnsanın içindeki sırrı söz ifşa ettiğinden sırra erenlerin başlarının selamette olabilmesi için dillerini tutmaları gerekir. Aksi halde bu sırdan haberdar olmayanların hışmına uğrararlar. Çünkü nerede olursa olsun, insan hiçbir şekilde Allah olamaz. Zira, O muhîttir (kapsayandır) , bizse muhatız (kapsananız)…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Ef’al-i İlâhî, Kâinat, Kâinat ve İnsan İlişkileri, s. 327





Eşref-i Mahlukat

23 04 2018

“Kâinattaki her şey mecazdır. Bu mecazdan hakikate ulaşılır. “Arife bir işaret kâfidir” sözü tevhidi bilenler için söylenmiştir. Çünkü, ehl-i tevhide her zerre gerçeği anlatır. “Mecaz hakikatin köprüsüdür” sözü de bunu anlatmak için söylenmiştir. Bu nedenle mecaz deyip de geçmemek lazımdır. Mecnun’un “Leylâ, Leylâ” derken Mevlâ’sını bulması bunun ispatıdır. Mecnun’un sonunda başını örtüp “Leylâ benim” demesi, onun, içinde olduğunu ifade eder. Zaten bizi esas seven de o içimizdeki Mecnun’dur. Bizi deli divane olacak kadar seven Allah’tan başkası değildir. Eğer öyle olmasaydı “Gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim” der ve ayrıca “Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” diye ilave eder miydi?

Seven de, sevilen de kendisi olduğundan aslında O, kendi kendini sevmektedir. Böyle olduğunu bir ilâhimde “Âşık maşuk olunca aşktan başka bir şey var mı” mısrası ile anlatmak istemiştim.

Kâinat bir hasret, bir vuslattan ibarettir. Hasretine “mertebe-i fenâ” (Lâ), vuslatına ise “mertebe-i beka” (İllâ) denmiştir. Bunları keder, zevk veya kadın, erkek kelimeleriyle de ifade etmek mümkündür. Bunlar, vuslat halkalarının birbirine bağlanıp bir zincir oluşturmasından başka bir şey değildir. Sonra bu zincirlerin de birbirine eklenmesiyle motifler meydana gelmektedir.

Allah, kâinatın sahibidir. Biz bu bilince varamadığımız için sahipliği üstlenmeye kalkıyor ve işi yüzümüze gözümüze bulaştırıp bir karış toprak için birbirimize giriyor, karşımızdakinin hayatını söndürürken kendi ömrümüzü de hapishanelerde geçiriyoruz. Sonra ne oluyor? Hepimiz bu âlemden göçüyoruz ama o sahiplendiğimiz toprak yerinde duruyor, hatta bizimle alay edercesine, bizden hiç etkilenmeden, bizi de içine alıveriyor. Eğer hayatımız esnasında irfaniyet kesbedip malı sahibine verirsek, o zaman cennet-ül irfana bu âlemdeyken girmiş ve işi öbür tarafa bırakmamış oluruz.

Allah daima hayr-ı mahzdır ve O’nda şerden eser yoktur. O halde kesret âlemi neden böyledir? Çünkü burası son âlemdir, yapıl, yıkıl âlemidir ve O’nun, kemâlâtını izhar yeridir. Eğer bu âlem olmasaydı kemâlât-ı ilâhiye Allah’ın derununda kalır, amâ-yı mutlakta kendinde mahfuz olurdu. Allah kendini görüp kemâlâtını izhar etmek istediği için kemâlât izharını sağlayacak olan en mükemmel varlığı, yani insanı yaratıp her şeyi ona vermiştir. Bu nedenledir ki insan eşref-i mahlukattır ve Allah’ı, Rabbi’ni ancak o bilir. Diğer mahlukat ancak sahibini, yani kendine yem vereni bilebilir. Bu biliş de Allah’ın “Her şeyi ihata-yı külliyesiyle kapsar” <41-54>, <4-126> oluşundan, yani her zerrede var olmasından ötürüdür…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Ef’al-i İlâhî, Kâinat, Kâinat ve İnsan İlişkileri, s. 326





Tevhid İlmi

22 04 2018

“İnsan da kâinat gibi, bir hayalden ibarettir ve zamana tabii olarak yaşlanma adı verilen, devamlı bir değişim içindedir.

Kâinattaki düzen aynen insanda da mevcuttur. Şöyle ki, bir insanın kalbi göğsünün sol tarafında, bir diğerinin ki ayağının tabanında değildir. Herkeste aynı yerdedir. Çok nadiren bazı insanlarda göğsün sağ tarafında da olabiliyor ama buna anomali deniyor ve çok kere de, kurallara uymayıp akraba evliliği yapanlarda ortaya çıkıyor. Böylece de diğer insanlar için bir uyarı görevi yapıyor.

Allah’ta ve O’nun sıfâtı durumundaki kâinatta hiçbir şeyin kaybolmadığını Ân-Zaman bahsinde anlatmıştık. Bunun tabiattaki örneğini insanın yediklerinin kaybolmaması teşkil eder. Şöyle ki, bir gıda yendiğinde insanın midesine gider. Bu arada çiğnendiği için şekli bozulmuş, ufalanmıştır. Onun ufalanmış olması hassasında bir değişiklik yapaz. Hazmın değişik safhalarından geçip insan vücudunda enerji haline gelmesi de o hassaları değiştirmez, çünkü değişen sadece vasfıdır. Yani gıda, madde iken mânâ yahut enerji haline geçmiş olur ki buna tasavvuf dilinde “Melekûtiyet makamına isal olunma” denir. Bundan sonra o gıda insanda kuvvet halini alır, yani melekleşir ve tüm organlarda melek olarak hizmet etmeye başlar. İşte “İnsanın aza ve kuvasının melekler vasıtasıyla çalıştırılması” denen olay budur. Bu durum “İlk yaratıştan yorulduk muydu ki yeni bir elbiseyle halk olunuştan kuşkudadırlar” <50-15> ayetiyle anlatılmaktadır.

Allah her şeyi zıttıyla birlikte meydana getirmiştir. Bu zıtlıklar olmasaydı kâinat oluşmaz, oluşsa bile zevki olmazdı. Allah’ın büyüklüğü bu zıtlıklar arasındaki dengeyi ve ahengi çok iyi kurup, kâinatı, adeta bir orkestra idare eder gibi mükemmel surette idare etmesindedir. Zaman zaman bu ahengi bozacakmış gibi görünen olaylar cereyan ediyorsa, onlar bozmak için değil, ahengi güzelleştirmek ve metne daha güzel, daha orjinal melodiler eklemek içindir.

Biz bu bilince ulaşamadığımız için içinde bulunduğumuz orkestradaki ahenkli müziğe uyamıyor ve arada gürültü çıkartıyoruz. Eğer öyle yapmayıp Şef’in direktiflerine uyum sağlayabilseydik, o zaman kâinattaki yaşamımız cennet yaşamı olurdu.

Biz bize verilen akıl nurunu ve cüzi iradeyi gereği gibi kullanamadığımız için ayrı tellerden ses veriyor ve müzik yerine gürültü çıkarıyoruz. İflaslar, kavgalar, cinayetler, sıkıntılar, harpler, hep bizim bu akort tutturamayışımızın sonucudur. İşte, Tevhid ilmi bize bir taraftan, orkestranın nasıl idare edileceğini, diğer taraftan da orkestra şefine nasıl uyulacağını öğretmektedir…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Ef’al-i İlâhî, Kâinat, Kâinat ve İnsan İlişkileri, s. 325





Damlayı Denize Atmak

21 04 2018

“Kâinat ve insan arasındaki benzerliğin bir başka delili de bir genişleyip bir daralmadan ibaret olan yaşamın kâinatta da, insanda da aynı oluşudur. Kâinat a’yan-ı sabitenin zuhurudur ve çok geniş bir alana yayılmıştır. Bu nedenle ışığı zayıflamıştır. İnsan ise kâinatı kendinde topladığı için bir nevi, onun sıkıştırılmış hali gibidir ve bu nedenle de ilk oluşumdaki ateş topuna benzer. İşte aklın kâinatta var olmasına rağmen, insanda toplanmış olmasının izahı da budur.

Bu açıdan ele alındığında kâinat ve insan bir balona benzetilebilir. Balonun şişirilmemiş hali insan, devasa şişirilmiş hali ise kâinattır. İnsan kendine verilmiş olan akıl nuru nedeniyle kâinattan çok daha ağırdır. Olaya manevi yönden baktığımızda, kâinatın bir spermden daha hafif olduğunu söylemek de mümkündür, çünkü o koca kâinat, Hazret-i Peygamberi meydana getirecek bir sperm için yaratılmıştır. Onun için o hücrenin ağırlığı kâinattan fazladır.

Kâinat bir resimden ibarettir. Bu haliyle de neşriyatını resim olarak yansıtan bir televizyon verici istasyonuna benzer. İnsan kendi televizyonunu açar ve o istasyona ayarlarsa, yayını almaya başlar. Biz bu yayını tafsilde, yani kesrette alıp izleyebildiğimize göre icmalde, yani iç âlemimizde de algılayabilir miyiz? Allah, o mertebeyi nasip ederse evet… Çünkü denizde olan her şey, onun dalgasında da, suyunun tek damlasında da, aynen mevcuttur. Yani terkibi değişmez. Burada akla şu soru takılır; denizde olan her şey o denizden alınan suyun bir damlasında da varsa, damlanın denizden ne farkı kalır?

Damlada denizlik vasfı, denzilik sıfatı yoktur. Çünkü ona damla denmiştir ve o, denizden kopmuş, yine denize dönecektir. Tahlil edildiğinde deniz suyunun terkibine tam olarak uyduğu ispatlanır. Çünkü öyle olmasaydı Allah “Kendimde olanı verdim” <14-34> demezdi. Bu ne demektir? “Allah kendinde olan akıl, ef’al ve sıfatı bize vermiştir, hatta zât kendinin olduğu halde bunu bile aynayla bize aksettirip göstermiştir ama bunların hiçbiri bizim değil” demektir. Biz bu vasıfların sahibini bilip onları sahibine iade edebilirsek, o zaman, sahibinin bilip gördüklerini biz de bilip görebilir hale geliriz ki buna “Damlayı denize atmak” denir.

Eğer böyle yapmaz da bu vasıflara sahip çıkmaya kalkarsak, o zaman kesret âleminde birer fert, birer gölge yahut televizyon kutusu olarak kalırız. Bu halimize de “zıll” (gölge) denir. Bu durumda, gölge olmaktan kurtulup asla ulaşmak için gönle girmek ve her şeyi gönülde bulmak lazımdır. Bu yapıldığındaysa “Ben yüzümü semaları ve arzı yaratana hanif olarak çevirdim” <6-79> sırrına tam anlamıyla mazhar düşülmüş olur ki buna ulaşmak için alınan diğer dersler birer basamaktan ibaret kalır…”

Alıntı: Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 1. Kitap, Ef’al-i İlâhî, Kâinat, Kâinat ve İnsan İlişkileri, s. 323