Pandora’nın Kutusu

31 03 2020

Öyküyü bazılarınız bilir… Dünyaya tüm kötülükler Pandora’nın Kutusu’ndan saçılmıştır…

Yunan mitolojisinde yer alan bu öykü Tanrılar tarafından insanın cezalandırılışını anlatır, ateşi elde eden insanın -ki bu da bir başka öyküdür- kendisiyle eşitlenmesini istemeyen baş Tanrı Zeus, hem ateşi insanlara veren Tanrıyı hem de insanı ayrı ayrı cezalandırır…

Bir ödül ve bir ceza… Yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmaz…

İnsan için verilen ceza ilginçtir, o güne kadar dünya üzerinde var olan sadece erkeklerdir, insana ceza yine bir ödül içerisinde sunulur, kadın ile… Cezanın kendi içerisinde bir hilesi vardır; kadın, erkek için dünya yaşamında yalnızlığının sonudur, artık yaşamı paylaşabileceği, gelişip büyüyebileceği kadın ile birlikte olacaktır, kadın ise -tıpkı bir çeyiz sandığı gibi- kendi getirileriyle gelmiştir, kapalı bir kutuyla…

Tüm Tanrıların farklı bir özellik verdiği kadın, bir Tanrıçanın yüzüne ve güzelliğine sahiptir. Ancak dışta görülen içte kadının sahip olduklarını yansıtmaz, kadın her Tanrı ona ne katmak istediyse onunla bezenmiştir özünde… Yanında getirdiği ise kendisinin bile bilmediğidir…

Öykü birkaç versiyona sahip, derler ki, Zeus, kadını dünyaya gönderirken yanına verdiği kutuyu açmamasını tembihler. Ama belki kendi bile farkında değildir, bir diğer Tanrının vermiş olduğu merak duygusunun… Dünyaya geldiğinde kadın, yanında getirdiği kutuda ne olduğunu merak eder.

Ve kutuyu açar…

Öyküye göre, Pandora’nın Kutusu, içinde yaşamın tüm kötülük ve iyiliklerini saklarmış… Kutu açıldığında hepsi serbest kalır, iyilikler tekrar Tanrıların diyarına döner, kötülükler ise dünyada insanla kalır… Yaptığının farkına varan Pandora, aceleyle kapatmaya çalışır kutuyu ama geç kalmıştır. Kapak kapandığında içindeki her şey açığa çıkmıştır bile, bir tek umut, evet umut kalmıştır kutunun içinde…

Umut hâlâ hep insanın yanındadır ve insanın içeride kapalı, gizli tutabildiği tek şeydir…

Peki, umut, iyilik midir yoksa kötülük mü? Öyle ya, kutuda hem iyilikler hem de kötülükler vardı, umudun tüm iyilikler gibi Tanrılar diyarına mı gideceğini yoksa tüm kötülükler gibi dünyada mı kalacağını asla öğrenemez insan. Ta ki, kutunun kapağını tekrar açıp umudu serbest bırakana kadar…

Bu öykü ise yazılmamıştır… Bizler asıl hikayeyi umut Pandora’nın Kutusu’nda kapalı iken bırakırız…

Bugün yeni bir öykü yazılıyor…

İnsan dünyaya gelirken kendisine verilmiş olan kutuyu açtı ve alelacele kapatmaya çalıştığında yine çok geç kalmıştı…

Kutudan, hastalık çıktı, korku ve endişe ile beraber… Ölüm korkusu, kaybetme korkusu çıktı… Kaos çıktı kutudan, bilinmezlik ve değişim korkusu… Güvensizlik çıktı, şüphecilik ile birlikte… Atalet, saklanma, üzüntü, gözyaşı çıktı… Düşünceler çıktı, kimi komplo teorileri yazdırdı kimi yok oluş senaryoları… Duygular çıktı, öyle kavga halindeydiler ki savaş çıktı… İsyan çıktı…

Ah, öyküye göre kutudan iyilikler de çıkmış olmalıydı, ne kadar da çabuk döndüler Tanrıların diyarına, insan bir an olsun bile göremedi geldiklerini…

Ya, umut, yetişebildik mi umudu kutuya kapatmaya, belki de öğrendi insan umut aslında iyilik miydi insana yaşam gücü veren yoksa kötülük müydü hep olmayacak olanı bekleten?

Bugün her birimiz öğrendik, yanımızda getirdiklerimizi, içimizde sakladıklarımızı…

Tüm öyküler insana insanı anlatır…

Öyküyü anlatan da dinleyen de insanın kendisidir…

Kaynak insanın içindedir…

Gökyüzündeki Tanrı, ödüller cezalar, yaşamın öyküsüdür…

İnsan, içindeki sonsuz kaynakta bazen bir Tanrı bulur, tüm dünyayı yaratan, sevgiyle ödül ve öfkeyle ceza veren… Bazen aşktan kendini kaybetmiş bir erkek bulur, sadece birleşeceği kadın için heyecan duyan… Bazen de çaresiz bir kadın bulur, merakına yenilen…

İnsan, içindeki sonsuz kaynakta yaşamı bulur, öyküyü yazanın da yazdıranın da kendisi olduğunu bilmeden…

Pandora’nın Kutusu yaşamın anlamını anlatır insana…

Yaşamda her şeyin zıddıyla var olduğunu gösterir…

Kutuda hem iyilikler hem de kötülükler vardır. Açıldığında Tanrılar diyarına giden iyilikler cenneti anımsatır, dünyada kalan kötülükler ise cehennemi.

Öykü bize der ki, “Sen eğer iyiliğin yolunu takip edersen Tanrılar gibi olabilir, cennete gidebilirsin ve sen, evet yine sen, kötülüğün yolunu seçersen, seçtiğin dünyada azap dolu bir yaşamdır, seçtiğin cehennemindir.”

Yine öykü bize der ki, ekilen her tohumun hasadı olacaktır, atılan her adım yolu belirleyecektir…

Bugün seçim bizim…

Her birimiz Tanrısal özelliklerle, Tanrısal bir surette geldik bu dünyaya… Sonsuz farkta ve çeşitlilikte olsak bile ortak bir yanımız var, merak… İçinde ne olduğunu keşfetmek için bizlere verilen kutuyu açacağımız ise kesin…

Kutudan ilk çıkan korku ve endişe, telaşla geri adım atmaya yöneltir bizleri. Biran önce kapatmak sanki tek çözümdür. Halbuki, kutudan cesaret de çıkmıştır, cesaret Tanrıların diyarına giden yolda hepimize rehberlik edecektir…

Aslında sonrası belki de zannettiğimizden kolay, insan bir kere yüzleştiğinde gerçekten kim olduğuyla, artık geriye atılacak bir adım kalmaz. Yol ileriye doğrudur…

Her adımda değişerek, her adımda dönüşerek, insanın tüm yolculuğu kendinden kendine bir keşifte, gerçekten kim olduğunu bulma yolundadır…

Kutuda kalan son şey, umut, yolculukta hep yanında olan… İyilik midir yoksa kötülük mü? Şimdi, ona da siz karar verebilirsiniz artık. Ne de olsa her yolculuk sadece yolcusuna özeldir…

31/03/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar





Korku mu? Sevgi mi?

23 03 2020

Korku mu?

Sevgi mi ?

Seçim yapmanız söylense kaçınız korkuyu seçerdiniz?

Hiç mi? Öyleyse neden seçtiniz?…

.

Korku neden hakim dünyaya? Evet, korku hakim, eğer olmasaydı şimdi korkuyor olmazdın…

Aslında senin pek de suçun yok, korku ile büyüdük, korku ile büyüttük, korku ile yaşıyoruz, korku bir türlü evden çıkaramadığımız kiracı gibi, o kadar korkuyoruz ki ihtarname bile göndermedik, belki de bize zarar verir…

Korkumuzdan yanıtı hiç öğrenmeyebiliriz…

Korkumuzdan soruyu hiç sormayabiliriz…

Korkumuzdan düşünmek bile istemeyebiliriz…

Haklısınız… Korku zaten düşüncelerde var olur, en büyük müttefiki endişe ile birlikte korku içimizdeki daimi kiracıdır…

.

Korkunun agresif ve işgalci yapısına karşın sevgi narin ve zariftir…

Sevginin kalbini kolayca kırabilir, kolayca üzüp kaçırabilirsiniz…

Evde ihtimamla tutulması gereken bir misafir gibidir sevgi, güler yüzünüzü ister, samimiyetinize, tatlı sözlerinize ihtiyacı vardır, omuz omuza oturmayı, kucaklaşmayı, sarılmayı ister, sevgi içtenlikle beslenir, gönülden gelen şeyler doyurur sevgiyi…

Hangimiz bu kadar özen gösterdik yaşadığımız yere? Hangimiz evini doldurdu bunca bereketle? Şimdi terk edilmiş virane gibi tüm olumsuzlukları attığımız bu mekanlarda korku hüküm sürüyor, haklı da, bizim terk ettiğimiz, bakıp güzelleştirmediğimiz bir yeri “sahipsiz” diye düşünmekte…

.

Sahibi kim?

Yaşamımızın, evimizin, düşüncelerimizin, duygularımızın, en önemlisi kendimizin sahibi kim?..

Şimdi sokaklar bomboş, derin bir sessizlik var etrafta, dingin…

İnsan, şimdi, dışarıya ne yaptıysa içeride onunla meşgul. Tüm korkuları, endişeleri, olumsuz tüm duygu ve düşüncesi şimdi içeride ve insan dışarıya kaçamadığında artık içerdekilerin ev sahibi olmak zorunda…

.

Çıkış yok mu diyorsun?

Elbette var!…

Yaşamda hiçbir problem çözümü olmaksızın sunulmaz insana…

Ama problemleri çözmemize yardım etmesini beklediğimiz okullar pek de yardımcı olmadı. Belki de o yüzden kafan bu kadar karışık.

Halbuki, matematik problemlerini çözebiliyordun, fizik, kimya sorularını yanıtlayabiliyordun, şimdi neden bu “ufacık” sorunu çözemiyorsun? Doğru, bunu öğretmediler okullarda… O zaman şimdi öğrenme zamanı…

.

Sevgiyle eğitmek zor mu? Okulda öğretmen yaramazlığı ve asiliğiyle başa çıkamazsa çocukların, elinde bir kozu vardır, dayak. Dayak atarsanız, gücünüz ve otoritenizle korkutursanız hemen hizaya girer öğrenciler.

Korkunun tohumu çok erken yeşerir insanın içinde.

Tohum doğuştan vardır, çünkü korku gereklidir. Yaşamda kalmak için, kendini savunması için insanın korkuya ihtiyacı vardır. Korku, kaç ya da savaş der insana, eğer baş edebileceğinden büyükse kaçman gerekir, baş edebileceğini düşünüyorsan savaşırsın. Bu nedenle tarih boyunca kalıp savaşanlar cesur olarak adlandırılmıştır. Onlarda korku yok mu? Var elbette, dedik ya, korku tohumu doğuştan vardır içimizde. Onlar sadece korkuyu durdurup harekete geçebilenlerdir. Cesaret korkunun olmaması demek değildir, cesaret korku varken doğru düşünebilmek, doğru karar verebilmek, doğru hareket edebilmektedir…

Şimdi dünyada korku hüküm sürüyor…

İnsanlar korkuyorlar, işsiz kalmaktan, parasız kalmaktan, arkadaşsız, yalnız kalmaktan, dünyayı korkutan liderler yönetiyor, gençler korku filmleri seyrederek besliyorlar içlerindeki işgalciyi, korkutarak ürün satıyor firmalar, reklamlar bile korkutuyor, bizler bebekleri korkutuyoruz masallardaki öcülerle, en sevgi dolu anneler bile baş edemeyince korkutuyorlar çocuklarını “yemeğini yemezsen küserim sana”, o minicik kalp teslim oluyor istese de istemese de, sevgi için girilen pazarlıkta korku kazançlı çıkıyor…

Sevgi için girilen pazarlıkta…

Sevginin pazarlığa ihtiyacı var mı? Almadan veremez miyiz sevgiyi?

Evinizdeki köpeğiniz sizi dinlesin diye cezalandırmak bir cins alış veriş değil midir? Sen benim istediğimi ver ben de senin istediğini vereceğim…

Biz, hiç tanımadık sevgiyi!

Yine de, hâlâ bir şansımız var…

.

Yaşam, her yerden korkuyu gönderiyorsa üstümüze, fark etmemizi istiyordur, düşünün, içinizde bir arzu yok mu, dışarı çıkmak isteyen, her şeyin iyi ve güzel olmasını isteyen… Ama emin değiliz, güvende hissetmiyoruz kendimizi…

Halbuki, doğduğumuz anda her şey güvenliydi, anne rahmini terk eden bebek bütün güvenli ortamını geride bırakarak başlar yaşama. Geldiği yer geride bıraktığı yerden daha mı güvensizdir? Bebeğe sorsanız, annesi yanındaysa güven devam ediyordur. Anne bebek için yaşamın devamlılığıdır.

Bu dünyanın kuralları annenin rolünü belirlemiştir, bir gün çocuk büyüyecek ve kendi ayakları üzerinde duracaktır. Olgunlaşmak kendi kendine yaşamayı başarmak gereklidir. Bu yüzden anne cesaretlendirir çocuğunu, yapabilirsin, sen düşündüğünden güçlüsün, sadece kendini tanıman ve fark etmen gerekir.

Bir gün gelir güven artık dışarıda değil, içeride aranır, kendine güvendiğinde insan artık dimdik ayakta durabileceğini bilir…

.

Dünya hep ana olmuştur. Yetiştirdiği, büyüttüğü çocuklarının kendi başlarına ayakta durmasını ister. Dünya sevgiyle büyütür insanı. Öğrenmesini ister yaşamı.

.

Evrende yaşamın başlangıcı için ister bilimin ister dinin açıklamalarını dinleyin, her ikisi de “yokluktan gelen”den bahseder. Önce hiçbir şey yok idi, sonra her şey var oldu… Bilim büyük patlama ile açıklar, büyük bir enerji patlaması oldu ve maddeyi yarattı, gezegenler, dünya, dünya üzerindeki canlılar ve insan yaratıldı… Din ise bir yaratıcıdan bahseder, onun arzusu ve “ol” demesiyle yaratılmıştır her şey.

İnsan, tüm evren gibi “yokluktan gelen”dir…

Yok olan gerçekten yok mudur?

Bilim der ki, enerji yok edilemez, sadece dönüştürülebilir.

Din der ki, bedenin yok olduğunda ruhun geri dönecek…

Kaynağa…

Her şeyin doğduğu kaynağa…

Tıpkı, bir düşünce ve istek ile senin yarattığın kendi dünyan gibi, bu evren de yaratıcının düşüncesi ve isteğiyle yaratılmıştır.

Sen, nasıl kendi dünyanı yarattın, artık istediğin bu değilse, şimdi kendi dünyanı değiştirebilirsin. İçinde yaşadığın dünyayı.

Değişim için bir istek gereklidir. İsteğin kökeninde korku olursa eğer, yaratılacak şeyde korku hüküm sürer yine. İsteğin kökeninde sevgi varsa, sevgi yeşerecektir her yaratılanda…

.

Şimdi, tek yapman gereken içindeki sonsuz kaynağa geri dönmek ve istemek…

Yeterince güçlü ise isteğin, “yakıcı” ise arzunun gücü, mevcut olanı yakıp kül edecek ve küllerinden tıpkı anka kuşunun doğuşu gibi yeni bir sen, yeni bir dünya yaratacaktır…

Hastalık, bu dünyanın bir gerçeği, her zaman var oldu, her zaman var olacak. Ancak, denge görecelidir, bazen biri daha çok bazense diğeri çoktur. Göreceli denge orta noktayı gösterir, biri artış gösterdiğinde otomatikman diğerini baskılar, ne zaman ki kritik nokta geçilir, artık hakimiyet diğerindedir, tıpkı tahtıravelli’nin ortasında durmak gibi, dengeyi sağlamak ustalık ister…

Artık, kritik noktayı geçtik, şimdi dengeyi sağlayabilirsin…

Yapman gereken gözlemlemek ve doğru hareket etmek…

.

Dün seyrettiğim bir filmde ekolojik çiftlik kurma isteğiyle şehirdeki evlerini bırakan ve çorak bir arazi alan genç bir çiftin yedi yıllık süreçleri anlatılıyordu. Başlangıçta yanlarında bu işin uzmanı olan bir mentorları vardı ama hayat bu ya, yolculuk partnerleri istemese de onları yalnız bırakmak zorunda kaldı.

Önlerindeki seçim; her şeyi bırakmak, yeni bir mentor bulmak ya da kalıp devam etmek… Her şeyi bırakmak tüm çabanın boşa gitmesi sonuca ulaşmayan bir istek olurdu, yeni bir mentor yeni bir hayal demekti, bu başlanılan şeyin devamını getirmezdi, cesaret kalıp devam etmekte ve o güne kadar öğrendiklerini yaşama geçirmekteydi…

Genç çift, kalıp devam ettiler. Birbiri ardına gelen problemler azimle, sabırla ve emekle aşıldı, hayallerine olan inançları ve güvenleri onları bunun gerçekleşeceğinden emin kılıyordu. Asıl inanç ve güven ise kendilerineydi…

Ekolojik dengede inanılmaz iyi bir gözlemci olmanız gerekir. Sizden beklenen yarattığınız yaşamı okumanızdır. Mentorun başlattığı döngü dünyanın bir kopyasıydı, tekrarladığı kelime “çeşitlilik” idi. Türlerin çeşitliliği bir süre sonra kendi dengesini getirecek ve o zaman hiç çaba göstermeden kendini devam ettirecek diyordu. Yedi yıl demişti, yedi yıl sonra döngü turunu tamamlayacak ve her şey değişecek. Yapmaları gereken tek şey türleri, olabilecek tüm çeşitliliği davet etmek, uygun ortamı hazırlamak, çalışmak ve sabır göstermekti…

Yedi yılın sonunda toprağın içindeki mikroroganizmalar ve toprağın üstündeki bitkiler, hayvanlara birlikte yeni bir dünya yaratılmış oldu. Kendi içinde mükemmel dengesi olan bir dünya. Tıpkı bizim dünyamız gibi…

Bir tür aşırı çoğalıp diğerine zarar vermeye başladığında, döngüdeki gerekli tür devreye sokulup göreceli denge sağlanır. Dünyanın dengesi, insanın aklının alamadığı bir çeşitlilik ve fonksiyon içerir. Kendi isteğinize göre, kısıtlı aklınıza göre yapacağını her değişim dengeyi bozar. İnsan, yaşamı gözlemlediğinde aradığı tüm yanıtları içinde bulacaktır. Kontrol dışına çıkan her şeyin mutlaka bir kontrol edicisi vardır.

Hastalıkta buna ilaç diyoruz… Şimdi gerçek bir ilaca ihtiyacı var insanın…

Dış dünyada elle tutulur bir hastalık varsa mutlaka bunun ilacı da olacaktır. Ancak iç dünyadaki ilaç sizin kendi üretiminiz olacak. Şimdi, harekete geçme zamanı, tüm korkularınız için sevgi ilacını hazırlayın ve her hücrenize gönderin. Kendini sevmeyen başka bir şeyi de sevemez. Sadece hayvanları, doğayı sevmek yetmez, komşunuzu, sizin gibi düşünmeyenleri, farklı olanları da sevmeniz gerekir.

Sevgi, içtenlikle beslenir. Önce kabul etmek gerekir. Her ne ise, budur dünya. Tüm çeşitliliği, farklılığı ve benzerliğiyle. Siz bilmeseniz bile bir diğerine ihtiyaç vardır büyük düzende. Saygı ile kabul etmek gerekir her yaşamı, her yaşamın anlamını…

.

İçerideki huzur ve güzellik, bir süre sonra mutlaka dışarıya yansıyacaktır.

Önce yapabileceğine inan, kendine güven, cesaret çok da uzakta değil, tüm kaynak senin kendi içinde…

İçerisi nasılsa dışarısı öyledir…

23/03/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar





Sahip Olduğun Şeyi Görmüyorsun

22 03 2020

Sahip olduğun şeyi görmüyorsun,
Gördüğün şeye ise sahip değilsin…

Ben buradayım, beni gör!”

Bu notu ne zaman yazdığımı hatırlamıyorum, çok eski, belki on yıla yakın olmuştur…

Görebildim mi “ben”i?…

Bilmiyorum…

.

O kadar hızlı koşuyorduk ki, durmak zor…

Araç kullananalar bilir, “güvenli fren mesafesi” denilen bir kavram vardır, aracınızı kullandığınız hıza göre güvenli mesafe değişebilir, tabii aracın potansiyeli ve performansına göre de… Bununla beraber ikinci bir kavram daha devreye girer, “takip mesafesi”. Çevremizde pek kaale alınmasa da takip mesafesi -bizler yakın takibi severiz, nedense dibinde olmak ve ilk fırsatta geçmek, geçmek için taciz etmek bir zevktir- yaşamsal anlamda önemlidir.

Yaşamınız boyunca yakın takip bir sıkıntı yaratmamış olsa da günlerden bir gün hayatî olabileceği an gelebilir, o an takip mesafesi ve güvenli fren mesafesi belki de sizi ve bir diğerini yaşama bağlayacaktır…

Dün seyrettiğim bir filmde go-kart yarışçısı olmak isteyen gence koçu ısrarla aynı şeyleri söylüyordu; diğer araçların ne yaptığına bak, öfkeni kontrol et, sabırlı ol ve fırsatını bulduğunda harekete geç… Yarışın kuralları vardı, organize edenlerin belirlediği kuralların yanı sıra, yarış pisti, kullanılan araçlar, sürücülerin becerileri de bir dizi kural yaratıyordu…

Pistin belirlenmiş güvenli bir yol şeridi var, dışına çıkmak, en ufak bir temas bile aracın kaymasına ve dengesini kaybetmesine neden olabilir. Kendi aracınızda ya da diğer araçlarda beklenmedik arızalar çıkabilir. Sizinle aynı pistte bulunan yarıştığınız diğer bir kişi aklınıza gelmeyen ve öngöremediğiniz bir hareket yapabilir. En önemlisi, pistte sanki bir tek siz varmışsınız gibi kullanamazsınız aracınızı…

Kurallara uymamak bazen tüm çabanızın elden gitmesine bazen de hayatınıza mal olabilir…

Tıpkı yaşam gibi…

Yaşam da kendi kurallarına sahiptir, uygun davranmadığınızda olumsuzluklara, kuralları bilerek buna göre hareket ettiğinizde ise her türlü potansiyele kapılarını açacaktır…

.

Bunca yıl yaşadık, yaşamın kurallarını öğrenmemiş olabilir miyiz?

Evet, olabilir miyiz?…

Uzay keşiflerine bile el atmış insan için, dikkatini vermediğinde, içinde yaşadığı yaşam bir o kadar kapalı ve anlaşılmamış kalabilir.

Okullarda öğretilmeyen ve artık ailelerin de unutmaya başladığı bir ders, “yaşam sanatı”…

.

Evrende tüm var oluş, canlı cansız tüm yaşam, kendi doğal fonksiyonu ve döngüleri ile var olmakta. Doğanın içerisinde doğal olan otomatikman bilinir, hayvanların yeni doğan yavruları kısa sürede ayağa kalkar yürür, bitkiler ne zaman nasıl meyve vereceklerini bir bilene danışmaz, kuşlar göç rotalarını, böcekler ne zaman topraktan çıkıp uyanacaklarını “doğal olarak” bilirler…

İnsan ise tüm bu doğallığın içinde öğrenmeye muhtaçtır. Yürümeyi, konuşmayı, okumayı, yazmayı, düşünmeyi, duygularını ifade etmeyi, birlikte yaşamayı, bireyselliği, keşfetmeyi, geride bırakmayı, ilerlemeyi öğrenir…

Bazen de öğrendiğini zanneder…

Yürümeyi biliriz, oysa sorsanız fizik tedavicilere insanların bedenindeki bazı problemler duruş ve yürüyüş bozukluğundandır. Hatta işin profesyonelleri size yürüyüşünüzden karakterinizi bile anlatabilirler…

Konuşmayı biliriz, oysa çoğu kelimemizi özenle seçmez aklımıza ne gelirse söyleriz, kırdığımız kalplere, incittiğimiz duygulara bakmadan…

Okumayı biliriz, oysa okuduğumuz sadece kelimelerdir, sorsan onlarca kitap okuyan birine “ne anladın, hayatına geçirebildin mi okuduklarını” diye, çoğunlukla bir kulaktan girip diğerinden çıkan kelimeler gibidir kitaplar…

Düşünmeyi biliriz, biliriz de en çok düşündüklerimiz ne kadar para kazanacağımız, nerede tatile gideceğimiz, hangi kıyafeti giyeceğimiz, ya da diğerlerinin neler yaptığıdır…

Duyguları ifade etmeyi biliriz, ama bir türlü söyleyemeyiz o iki kelimeyi; “seni seviyorum”u kendimize bile söyleyemeyiz, sanki dışarı çıkması gerekenler öfke ve korkudur sadece, üzüntü ve sevgi bir şekilde içeride kalır hep…

Birlikte yaşamayı biliriz, yine de komşumuzdan bi haberizdir, bırakın komşuyu, ailemizdeki kişilerin, en yakın arkadaşlarımızın, dost dediklerimizin iç dünyasını, gerçekten ne düşünüp hissettiğini pek de dikkate almayız…

Bireyselliği biliriz, yine de en büyük korkumuzdur kendi başımıza kalmak, içimize bakmak, kendimizle yüzleşmek, aslında biz kendimize samimi değilizdir ki diğerlerine olalım…

Keşfetmeyi biliriz, ama tüm keşifler dışsaldır bizim için, Ay’a gitmek, Dünya’nın bilinmeyen bölgelerine seyahat etmek, kazanç içeren keşifler yapmak isteriz, içsel keşif ise aklımıza bile gelmez nedense…

Geride bırakmayı biliriz, bırakılan ise sadece eski eşyalar, eski arkadaşlar, eski sevgililer, eski işler, eski evlerdir, hiç birimiz “eski ben”i bırakmayız geride…

İlerlemeyi öğreniriz ama ilerisi sanki sadece bir yol tarifidir, halbuki gelişim içermediğinde ilerleme sizi bir sokaktan ötekine taşısa bile aslında kat edilen bir mesafe yoktur…

.

Bizler “yaşam sanatını” öğrenemedik… “Yaşam”ı tanıyamadık…

Okullara gitmek, güzel ofislerde iyi maaşlarla çalışmak, lüks evlerde yaşamak hedef oldu bizim için…

Bizler, asıl hedefin kendimizi bulmak, yaşamı anlamak ve huzurla güzel yaşamak olduğunu unuttuk…

.

Tüm manevi öğretiler, dinler, hatırlatmak için gelir….

Öğreti özünde insanın kendi içine yapacağı bir yolculuktur…

Adı ister din olsun, ister yol, hepsi insanın gelişmesi ve unuttuğu kendini hatırlayarak gerçekten yaşamaya başlaması içindir…

Tohum için otomatik olan program, insan için manuel’dir. Kendi çabası olmadan, kabuğu kırılmaz, çiçeği açmaz…

.

Şimdi durdun…

Biliyorum kolay olmadı, önce bedenin durdu, düşünceler, duygular olanca hızıyla akmaya devam etti. Ama merak etme, bir süre sonra onlar da yavaşlayacak ve duracaklar. Bir süre sonra gökyüzündeki bulutlar gibi seyredeceksin onları, bazısı yağmur dolu, bazısı gölgesiyle serinlik veren, bileceksin ki hepsi gelip geçecek…

Artık, geriye bakma…

Hz. Lut’ın karısı gibi, geriye bakarsan eğer, bu yaşamı kaybetmek demektir, taşlaşmak, yenilenememek, canlılığını yitirmek, değişmeden milyarlarca yıl geçirmek… İnsan için bir an bile olsa geriye bakmak, merakına yenik düşmek, gelecekten emin olamamak “belki orada benim için bir şey vardı, belki kıymetli bir şey bıraktım, belki her şey hâlâ iyi” demek, ya da ne olduğunu görmek, anlamak istemek aslında ölüm demektir.

Yaşam, geride bıraktığına bakmaz, üzülmez, merak etmez… Yaşam ileriyi merak eder, anlam ileridedir, değişim ve gelişimdedir. Geçmişten çıkarılacak bir ders vardır ancak, bu ders bir sonraki dersin temelidir. Nasıl ki, okulda sınıfı geçtikten sonra size artık eski dersleri öğretmez yeni konular sunarlarsa, yaşamda da ileri adım atanın dersi yenilenmiştir…

.

Yarın, yeni bir gün, yarınlar hep yeni bir gün olacaklar…

Dersini ve sınıfını geçtiysen, seni yepyeni bir sezon, yepyeni bir ders programı bekliyor…

Yeni sınıf arkadaşların olabilir, belki okulun bile değişecek, öyle ya hangi okuldan mezunsan bir boy daha büyümüştür şimdi öğretin…

.
Artık, endişe etmene gerek yok, korkma…

Sadece öğrendiklerinle birlikte yürü. Ne de olsa, tüm okullar teorileri öğrettikten sonra pratik yapmasını isterler öğrencilerinin…

Arada bir hata yapsan da önemli değil, hiçbir meslek sahibi ilk gününde ustalaşmadı.

Ustalık zaman ister, ustalık samimiyet, kararlılık ve azim ister…

Zaten kendini yeterince tanıdıysan, benim söylememe gerek yok, sen de biliyorsun ki sonsuz kaynak sadece senin içinde…

22/03/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar





Bahar Müjdecisi

21 03 2020

Bahar müjdecisi… Gün ve geceyi eşitleyen…

Bugün ekinoks, kelime aslında geceye vurgu yapıyor, “aequus nox – eşit gece”.

Ekinoks zamanı gece neye eşit olur? Gündüz’e…

Işık, karanlığa…

Ekinoks, uyanıştır…

Bahar tabiatın uyanışını sembolize eder. Ekinoks ise geceyi gündüze eşitleyerek uyanışı haber verir insana…

İnsanın yaşamdaki tüm arayışı denge üzerinedir. Denge yoksa ya o tarafta ya da bu taraftadır insan. Eğer karanlık ağır basmışsa, insan uykudadır, cehalet ve kötülük kolayca ele geçirir yaşamı. Eğer aydınlık hakimse, insan uyanmıştır, bilgi ve iyilik yol göstericisi olur yaşamda.

Şimdi, eşitlendi, bir fırsat sunuyor insana “uyanabilirsin”…

Ah, her ne kadar saatin çalan alarmını kapatmaya meyilli ise de insan, saat uyandırmaya niyetli, tekrar çalacak. En iyisi vaktinde kalıp harekete geçmek, zamanında yola çıkmaktır…

Peki, bilmez mi insan uykuda mı yoksa uyanık mı? Fark etmiyor olabilir mi gördükleri bir rüya mı, yoksa gerçek mi?

Gerçeği ayırt etmek zor mudur insan için?

Rüya ise bu kadar tatlı mıdır bir türlü peşini bırakmayan?

Ya kabus? Kabus nereden gelir? Aynı kaynak değil midir tüm rüyaları gördüren?

Sahi, neredeydi rüyaların kaynağı? Dışarıda birileri var ve her akşam tek tek senaryoları mı yazıyordu tüm rüyalar için?

İnsan hep dışarıda ararken, gücü, sevgiyi, bilgiyi, hayatı ve kendini, unutmuş mudur aslında içeride olduğunu?

Çok uzun süredir içeride hapsedilmiş olan… İnsanın öz varlığı…

Şimdi gece ve gündüz eşit, artık uyanabilirsin… Bil ki, sen uyandığında gündüz hakimi olacak yaşamına…

Yaşamda dengesizlik varsa anlamak o kadar da zor değil, insanın aşamadığı problemler, içinden çıkamadığı sıkıntılar, çözemediği sorunlar, iyileştiremediği hastalıklar yaşamdaki dengesizliği anlatır.

Kökene gitmek gerekir çözmek için, çıkmak için, aşmak için. Köken özdeki kaynağa bağlıdır ve aranan tüm cevaplar oradadır.

İçerisi nasılsa dışarısı öyledir.

Biliyoruz ama bir türlü göremiyoruz. Dışarda ne olduğunu anlamadığımız için içeride ne olduğunu göremiyoruz.

Şimdi dünya temizleniyor diyorlar, hava daha temiz, sular daha temiz. Doğal hayat geri döndü diyorlar, şehirlere inen hayvanlar sanki artık kaçmak için bir neden göremiyorlar.

Sense sürekli ellerini yıkıyorsun, Lady Macbeth gibisin, ellerindeki kan izlerini yok etmeye çalışan. O kan ki, senin kanındır, başkasının değil, bugüne kadar tüm yaptıklarınla katlettiğin kendinden başkası değildi…

İnsan dengeyi kendi kuramazsa, yaşam ona denge için bir ders verir. Dersi çalışmak, soruyu cevaplamak ve yanıta göre değişmek gereklidir. İnsan değişmedikçe problem çözülmeyecek, sonuç da değişmeyecektir.

En büyük değişimse karakter değişimidir insan için.

Yaşadıkça değişmeyen, temizlenmeyen, güzelleşmeyen bir karakter ise tıpkı bir kere giyilip hiç çıkarılmayan elbiseye benzer, kirlenmiş, eskimiş, yırtılmıştır.

Oysa her sabah yeni bir gün uyanır. İnsan eğer uyanmaz ise her yeni günle, üzerinden çıkarmazsa dünün elbiselerini, yaşam bir süre sonra hastalanır.

Doğanın dengesi ise tuhaf. Bazen anlamıyoruz, sadece belgesellerde izlediysek doğayı anlamak da kolay olmuyor. O kadar yabancı…

Dalda öten güzel kuşu yiyen yılan, su kenarında serinleyen ceylanı avlayan aslan. Çoğu insan için kır gezisindeki romantik doğanın yanında vahşi bir doğa var, birbirini öldüren hayvanlar, güçsüzün tutunamadığı bir sistem… Vahşi doğa… Burada bile doğayı bölmüştür insan, bir tarafı vahşi bir tarafı ehlidir…

Gerçekten öyle midir? Yoksa sadece insanın algısında mıdır bölünen?

Peki, ya senin yaşamın? Onu da böldün mü doğa gibi? İş hayatın ev hayatın, dostların düşmanların, senin takımın diğer takım, sevdiklerin sevmediklerin, yediklerin yemediklerin, istediklerin istemediklerin…

Bir kere bölündüyse artık bütün değildir. Bir kere böldüysen kendini artık bütün değilsindir.

Bir kere böldüysek, artık diğerini kabullenmiyorsundur…

Hastalık doğanın dengesi içinde bir göreve sahiptir. İnsana problemin nerede olduğunu neyi değiştirmesi, neyi iyileştirmesi gerektiğini gösterir. Lakin, rüyalar gibi yorumlamak gerekir hastalıkları, yoksa yine bölerek tedavi etmeye çalışır insan. “Ah, kolumda problem geri kalan bedenim iyi” der, ya da midesindedir sorun, yoksa her şey çok güzeldir…

Tıpkı bölünmüş doğası, bölünmüş yaşamı gibi bedeni de bölünmüştür insanın. Yanıt ise bütünselliktedir, kabul etmektedir. Bölüm sadece yansımadır ve ipucunu verir…

Hastalık, virüs korkutuyor insanı, kaçıp saklanmak tek çözüm gibi… İnsan kendinden kaçabilir mi?

“Yaşamın kıyısındaki organizma” diye adlandırıyorlar virüsleri. Onlar ne yaşıyor ne de yaşamıyor. Yaşamsal evrimin tarihinde virüslerin kaynağı bulunamıyor. Bu evrimleşmede virüsler genetik çeşitliliği artıran gen transferinde rol alan bir araç. Bu nedenle “kopyalanıcı” da denmiş. Ne yüklerseniz onu yayıyor. İnsanlar virüsleri hastalıklar ile keşfettiği için kötücül yanlarını gösteren bir isim vermişler “virüs” zehir demek. Girdiği yeri zehirleyen. Ancak bugün tıp biliminde virüslerin pan-zehir olarak da kullanılacağı çalışmalar yapılıyor. Yüklediğiniz tedavi edici bilgiler girdiği bedene bu sefer hastalık değil de yaşam verecek…

Virüslerin canlı olup olmadığı sorusu, beraberinde başka bir soruyu getiriyor; hayat nedir? Virüsler enerji üretmedikleri ve üreyemedikleri için canlı değildir derken, bir kısmı da sınıflandırmaların, doğayı dış bir aklın bulduğu çizgilerle ayırmanın, Dünya’yı enlem ve boylamlarla işaretlemeye benzediğini söylüyor… Çünkü, aslında her şey bir bütün. Canlı ve cansız içiçe.

Bildiğimiz tipte bir hayata sahip olmasa da virüsler bir araç ve fonksiyonları var. “Tıpkı dedikodu gibi yayılıyorlar” diye düşündüm. Onlara verdiğimiz hastalık görevi ile -şimdilik- zarar vericiler, yaydığımız yanlış bilgiler gibi. İnsan onlara yeni bir görev vermeyi başardığında ise belki de çözümü getirecekler.

Bugün, gün ve gece eşit. Tıpkı, beynin sol ve sağ yarısı gibi, tıpkı akıl ve kalp gibi… Eşit olduğunda denge vardır.

Bugün, insana eşitliğin ve dengenin güzelliğini sunuyor. Doğada “taç utangaçlığı” diye adlandırılan bir fenomendeki gibi, birlikte ve bir dengede var olabilirsin diyor.

Uyandığın uykudaki rüyanı dış bir senaryo yazarı tasarlamadı. Senaryo senin kendi içinde, bilincinde yazıldı.

Artık, ne yapman gerektiğini biliyorsun, rüyan sana anlattı.

Dışta yaptığın temizliği içte de yapman gerekiyor. Nasıl ki ellerini yıkamayı öğrendin artık, yıkadığın eller kendi kanınla yaşamını katlederken kirlettiğin ellerindi.

Şimdi, bugün, yaşam içindeki tüm olumsuz duyguları, korkuları, endişeyi, vesveseleri ve zanları temiz suyla yıkamanı bekliyor.

İnan, içini ve dışını temizlediğinde, yeni elbiseni giydiğinde uyandığın yaşam bambaşka olacak…

Şimdiden, yeni yaşamına hoş geldin…

21/03/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar





Rüya

18 03 2020

Bu, benim gördüğüm bir rüya olsaydı nasıl yorumlardım diye düşündüm…

Rüyaların anlamını çözmek zor gelir, rüya yorumcusu içinse çok kolaydır. Her ne kadar çoğu kişi rüyalarını bilen birine yorumlatıp anlamını öğrenmek istese de asıl anlam kişinin kendine özeldir. Rüya, rüya görücüsüne gelmiştir, anlam kişinin derinlerinde gizlidir.

Ben, kelimelerle başlarım yorumlamaya. Dikkatimi çeken nedir diye sorarım kendime?

Bu rüyamda sürekli tekrarlanan bir kelime var; “corona”. İşin tuhafı -ya da vurgusu- kelime başka yerlerde de dikkatimi çeker oldu, bize o kadar da yabancı değildi aslında. Corona, ya da crown, kraliyeti ifade eder, taç, kralın ya da ülkeyi yöneten lider otoritenin simgesidir.

Bilim insanları virüse bu adı vermişler, çünkü görüntüsü güneş tutulmasına benziyor. Tutulma esnasında güneşin etrafında görülen ‘taç’…

Ayrıca, nerede başladığı dikkatimi çekmişti; Doğu’da, güneşin doğduğu yerde, benim içinse Doğu aynı zamanda kadim öğretileriyle bilginin kaynağıydı…

Güneş erkeği sembolize eder, ay ise kadını. Güneş, erkektir, koruyucudur, bilgi kaynağıdır. Ay ise kadındır, şefkatlidir, doğurgandır.

Rüyamda neler yaşanıyor? Bir hastalık var, tüm dünyayı paniğe sürükleyen ve korku salan. Büyük bir bilgi kaosu, koruyuculuğun kalkması, korku ve çaresizlik. Diyorlar ki, evde kalın, dışarısı tehlikeli…

Tutulma, hakikatin perdelenmesi gibi, güneşin önünü örten karanlık, ışığa engel, gerçeğe ulaşmaya engel, liderlere ve yapılan açıklamalara alınan kararlara duyulan güvensizlik, bedenimizde ise bağışıklık sisteminin eksikliği ya da zayıflığı, düşüncelerimizde kaos, duygularımızda korku…

Peki, zayıf olan sadece yönetim otoriteleri ve bedendeki bağışıklık mı? Bizlerce beğenilmeyen ülkeleri yöneten liderler iken, aslında kendi yaşamımızın lideri olduğumuzu unuttuk mu? Bizim için kararı kim veriyor? Çocuğumuz okula gidecek mi? İşe gidecek miyiz? Evde mi durmalıyım? Dışarı çıkabilir miyim?…

İpleri dış liderliğe verdiğinizde karar almanız zorlaşır…

İnsan ne zaman doğru kararları verir?.. Yaşam tek bir kararla bambaşka bir yöne dönebilir, tıpkı makas değiştiren tren gibi, gittiğiniz yönden kilometrelerce uzağa doğru yönlenmeye başlayabilirsiniz. Tek bir karar sizi farklı bir hayata yöneltebilir.

Ya ben, kendim için doğru kararı nasıl alacağım? Bu pratiği belki de çok uzun zaman önce uygulamayı bıraktım. Birileri bana ne yapmam gerektiğini söyledi, ben de onları takip ettim. Şunu yap, bunu yapma… Bunu mu istersin yoksa şunu mu… Arada seçiyormuşum gibi gördüğüm şeyler aslında yine sadece bana sunulan seçeneklerden biriydi.

Yanıt içimdeydi, biliyordum ama nedense göz ardı ediyordum, içsel pusulamı, karanlıkta yolumu aydınlatacak ışığımı kaybetmiş gibiydim… Yanlış yerleşmiş inançlarda, başkalarının sözlerini kesin olarak kabul etmekteydi sıkıntım, güneşim tutulma altındaydı, doğru zannettiklerimin gerçeğini sorgulama cesaretini göstererek bulabilirdim yanıtları.

Rüyamda korku dünyamı ele geçirmişti, dirençliydi, yine de bir yerlere hapsettiğim cesareti özgür bırakabilirdim ki o cesaret korkunun olduğu yerde bile yolu açabilirdi…

Gerçeğe ulaşmak bu kadar zor mu? Toplumların, onca bilim insanı yetiştirip, gerçekleri hurafe haberler içinde aradıkları bu zamanlarda belki de zordu. Gerçeğe bir kez ulaştığınızda artık eski ‘siz’e geri dönemeyebilirdiniz, gerçek değişimi de beraberinde getirir, yeni bir hayatı getirir. Oysa, eskisinden vazgeçme cesareti olmadığında gerçeği araştırmak bile düşünülemez ki…

Güneş, bilginin kaynağı… Güneş parladığında etkisi güçlüdür. Gölgelendiğinde cehalet ve panik her şeyi kolayca ele geçirir. Zaten tüm hayaletler karanlıkta ortaya çıkmaz mı? Gecedir insana korku veren. Gölgenin en uzun olduğu zamanlar ise sabah ve akşamdır, gecenin öncesi ve sonrası, henüz uykudan uyanmış veya uyumaya hazır ya da uykudasındır, atalet hakimdir, öğle güneşinde gölge en kısa hale geçer, öğle vakti hareket zamanıdır.

Tutulma ise yeni ay zamanı olur, yeni bir başlangıcı müjdeler bu, ay güneşi gölgeledikten sonra çekilir ve artık yeni bir doğuma hazırdır dünya… Eve dönüş öze dönüş olacaktır aslında…

Şimdi bizlerin, parlak güneş ışığına, gerçek liderlere ve liderliğe, doğru bilgilere ihtiyacımız var ama, en önemlisi, şimdi hayatımızın liderliğini kendi elimize almamızın zamanı. Cahil olan da korkan da benim, panik yaratan da endişe içinde eve kapanan da benim… Ama bilgi sahibi olan da benim ve cesur olan da, dengeyi kuracak, harekete geçecek olan da ben olacağım…

Yine de insan, kendi bilmiyorsa eğer kendisine liderlik yapamaz. Bu nedenle bir süre öğretmenler ona yol gösterir. Ne zamanki, öğrenim süreci sona erer artık yetişkin bir birey, olgun bir insan olur, o zaman yön ve yol kendisine aittir.

O halde, bak bakalım senin rüyan sana neler anlatıyor?

Aklını kullanmayı ve kalbini keşfetmeyi başardığında, rüyanın sahibi de rüya yorumcusu da sen olacaksın…

18/03/2020, İnsan Bedenin Ötesinde, Saba Melike Belkıs Doğar